9
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1064
Okunma
Bir yıldır aradığım endokrin doktorunu nihayet Tepecik Araştırma Hastanesinde buldum. Randevum saat 11:50 idi. Bir şeker hastası için bu randevu saati pek uygun olmasa da hemen kabul ettim. Çünkü o saate kadar aç beklemem gerekiyordu ama dayanmayı göze aldım ve sabah 06:00 otobüsü ile yola çıktım. Yolculuğum eğlenceli olmasa da sıkıcı da değildi. Yeni bir doktor bulmanın heyecanı vardı.
Hastaneye varınca ilk dikkatimi çeken poliklinik kapısının önünde yatan kocaman bir sokak köpeği oldu. Köpek, kendi kulübesinde yatar gibi rahat rahat uyuyordu. Bir taraftan tuhafıma giderken bir taraftan sevindim;hiç olmazsa hastaneler sokak hayvanlarına sahip çıkmış yattığı yerden sopa ile kovmamışlardı.
Üçüncü kata çıkıp görevliden sıra fişimi alınca boş bulduğum bir banka oturdum. Hastanelere gelince gördüğüm kalabalık beni hep ürkütmüştür. Sanki herkes hasta… sıram gelince doktor, önce kan aldırıp tetkiklerimin yapılması için laboratuara yönlendirdi. Sonuçlar çıkınca,öğleden sonra gelmemi söyledi. Açtım. Hızlıca laboratuara koştum ve orada da hayli bekledikten sonra kanımı verebildim.
Artık rahattım. Huzur içinde kantine gidip bir büyük şişe su alıp boş bir masaya oturdum. Kahvaltılık hiçbir şey almadım çünkü uzun zamandır ekmek yemiyordum. Çantamda getirmiş olduğum kuru yemiş, yoğurt ve yumurtayı yedim. Etrafı seyrediyordum. Bir kadın, içinde bebek görülmeyen bebek arabasını sürerek karşı kaldırımdaki iki aracın arasından geçmeye çalışıyordu. Arabayı çevirirken gücü tükenmiş gibiydi, zor çevirdi. Geldiği yöne baktım, gördüğüm birim içimi titretti. Acaba hasta olan kadın mıydı, yoksa bebek mi?
Genç kadın, sarı saçlarını arkasında toplayıp atkuyruğu yapmış. Üzerinde Pembe bir tişört, daracık bir kot pantolonu vardı. Önüne düşen saçlarının ucundan tutup arkasına attı. Orada bulunan bir ışıklandırma direğine dayandı. Cebinden telefonu çıkardı, birini aradı. Ne konuştuğunu duyacak kadar yakın değildim, ama ağzından kelimelerin zorla çıktığını, sesinin titrediğini, gözlerinden yaşlar boşaldığını görebiliyordum. Hemen arkasından topluca bir bayan geldi. Yanındaki siyah arabaya dayanıp çantasını açtı, çantasından bir sigara paketi çıkardı. Bir sigara yaktı. Dumanını derin derin çekip etrafına savurdu. Ağlayan kadına bakıyor ama destek olmak için hiçbir çaba sarf etmiyordu.
İçimden ‘nasıl taş yürekli anneler var’ dedim. Daha fazla dayanamadım. Zaten kahvaltım da bitmişti, bitmese bile bende bir lokma yiyecek hal kalmamıştı. Çantamı alıp kadının yanına gittim.
-Neyin var canım, dedim.
Kadın, elindeki telefonu kapatıp cebine koydu. Artık hıçkırıyordu. Güzel başını kolumla sarıp göğsüme bastırdım.
-Sen mi hastasın, bebek mi? Dedim. Yüzüme baktı. Çok acı çekiyordu.
-Bebek, dedi. Ne olduğunu tahmin ediyordum ama yine de sordum.
-Neyi var bebeğin?
-Kanser. Anne karnında kanser olmuş, dedi.
Bir süre sustum. Genç kadının gözlerindeki yaşları parmaklarımla silmeye çalıştım.
-Üzülme yavrum, artık tıp çok ilerledi. Doktorlar bir çaresini bulurlar. İlik nakli falan yapılacaksa kan verebilirim uygun görürsen, dedim. Yan tarafımızdaki kadın, hâlâ sigarasını tüttürmekle meşguldü. Bir an kadının üstüne yürüyüp o sigarayı parçalayasım geldi. İşte böyle sorumsuzca tüttürülen sigaralar, ne olduğu belli olmayan gıdalar, kirli hava çocuklarımızı daha doğmadan (KANSER) ediyor. Tabii doğduktan sonra olanları saymıyorum bile!
Bu gidiş daha ne kadar devam edecek? Bu amansız hastalığa sebep olan gıdalara, davranışlara, havayı sorumsuzca kirletenlere kim dur yiyecek? Artık insanların dayanma gücü tükendi. Hele bebeklerimiz hiç dayanamıyor. Anne yürekleri çıra gibi yanıyor. Ne olur, çağın vebasının daha fazla can almasının önüne geçelim.
Emine UYSAL