- 893 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
KEKLİK
MAZİYE YOLCULUKLAR – 2
1960 yılların ilk yarısıydı.
Küçük bir taşra ilçesi olan Kâhta’da yaşıyorduk.
İlçemiz çok şirindi. Bizim için her yerden bin kat daha güzeldi. Evlerin avluları yemyeşildi. Güllerle, çiçeklerle doluydu. Dut ve nar ağaçları her evin avlusunun demirbaşı gibiydi.
Kuşlar, bahar sabahlarında bu ağaçların dallarında ipek gibi sesleriyle gönlümüzü okşardı. Huzur verirdi. Masmavi gökyüzünde kanat çırpmalarını, oynaşmalarını zevkle izlerdim.
Onlar gibi özgür olmayı düşlerdim…
Kâhta’da yiğit, dürüst, saf, temiz, çalışkan insanlar, yeryüzünün en güzel komşuluk ilişkilerini sergilerlerdi. Acılar ve sevinçler paylaşılırdı. Komşudan komşuya tabak tabak yemekler taşınırdı. Sevgi ve saygı büyüklerden küçüklere mirastı. Yardımlaşma her alanda kendini gösterirdi.
Su, Kâhta’nın batı tarafında boldu. Demirci dükkânlarının altında geçen derenin kenarında, onlarca bahçe vardı. Bahçelerde domates, biber, patlıca, fasulye, kabak yetiştirilirdi. Bahçeler YİBO’ NUN hizasına kadar uzardı.
Bugün Karşıyaka denilen mahalle bağ ve bahçelerin yerine kuruldu…
Bahçeyi Cıme, Kani Mala ve Hükümet konağı çeşmesi denilen çeşmelerin önündeydi.
Bahçe, Ariket yolunun girişindeki hamamın oradan başlar, eski Adıyaman yoluna kadar uzardı. Bahçe ailenin tek gelir kaynağıydı.
Eski kaymakam evinin alt tarafında, bahçenin kenarında değirmen vardı. “Aşe Şükrü” derlerdi.
Kâhta’nın etrafı bağlarla çevriliydi. Asmalar sahiplerine çok cömert davranırdı.
Bağların sınırları o güzelim badem ağaçları ile birbirinden ayrılırdı. Bağlar sahibinin adıyla anılırdı; Reze Ali Kömür, Reze Mustafa’yı Demirci gibi.
Bizrin, Ariket, Keraş gibi köylere bahçelerin, bağların kenarlarındaki patika yollardan gidilirdi.
Samsat yolundan Şehbaba, Mülk, Dargır ve o tarafa düşen diğer köylere gidenler iki tarafı bağ olan yoldan geçerlerdi.
Bağlar Atatürk İlkokulunun önünden başlar, YİBO’ YA yaklaşırdı.
Babam, Mustafa Camii yaptırırken o taraftaki bağımızı sattı. O bağımız 1500 asmaydı. Yatılı ile bağımız arasında iki bağ vardı.
Karakuş’a, Cendere köprüsüne giden yolun iki tarafı da bağlarla kaplıydı.
Kâhta çayının kenarında, Horik köyünün hizasında Aşe Horik’e (Horik değirmeni) vardı.
Kâhta’dan değirmene giderken o bağların arasından geçerdik.
Asmalarında çeşitli renklerden üzüm salkımları sallanan bir yolda yürümenin zevkini, anlatmaya kelimeler yetmez.
Bahar, yaz aylarında akşamüstleri o yolda gezinen onlarca arkadaş grubuna rastlardık. Bağları geçer, yamaçta kış aylarındaki coşkusu, hırçınlığı kalmamış Kâhta çayına bakardık.
Çayın kenarındaki pirinç tarlalarından Kâhta’ya dönen kadınları, erkekleri, gençleri ve çocukları görürdük.
Önlerinde eşekleri vardı. Eşeklerin yükü genellikleri yeni biçilmiş yemyeşil otlardı.
Yokuştan yukarı doğru yürüyen o insanların yüzünde günün yorgunluğu, eve dönmenin mutluluğu okunurdu.
Hepsi hemşerimiz, komşumuz, akrabamız, arkadaşlarımızın anne ve babalarıydı.
Herkes birbirini tanır, sever, sayardı.
Koca ilçede yaramaz denen insan sayısı parmakla sayılırdı… Hepsi de başka illerden gelmiş, Kahta’ya yerleşmiş ailelerin fertleriydi.
Aysadık’a giden yolun iki tarafında bağlar vardı.
Dört tarafı bağlarla çevrili ilçemizde huzur içinde yaşardık.
Bu bağlarda kerge kurulduğu günler, mutluluktan uçtuğumuz günlerdi.
Olgunlaşmış üzümler sepetlerle, büyük yağ tenekeleriyle kergeye taşınırdı. Üzüm, özel olarak içleri çukurlaştırılmış kütüklerin içinde sıkılırdı. Leğen gibi oyulmuş kütüklerin olukları da vardı…
Çuvala üzüm konur, tertemiz yıkanmış ayaklarla o üzümün üstüne çıkılırdı. İnsan ağırlığı altında ezilen üzümün şırası, oluktan önündeki kazana gürül gürül akardı.
Üzümden bir damla şıra kalmayana kadar çiğnenirdi.
Kazanlar, teştler şıra ile dolunca ateş yakılırdı. Kazanda, teştte kaynayan şıradan pekmez elde edilirdi…
Kaynayan şıraya nişasta katılır bulamaç elde ederlerdi…
Yetenekli eller, bembeyaz bezlerin üstünde gezdirilen bulamaçtan sigara kâğıdı kalınlığında pestiller çıkarırdı.
Bulamaç tepsilere dökülürse pelit (kesme) elde edilirdi.
Asmaların arasında üzüm kurutulurdu.
Kış aylarının sultanları pekmez, kuru üzüm, pestil, pelit ve bulamaca batırılıp kurutulan badem, ceviz sucuklarıydı.
Nar gibi kızarmış teneke sobaların ısıttığı odada, tepside gelen sucuk, kuru üzüm, ceviz, pestil, kesme (pelit) hala gözlerimin önünden gitmiyor.
Kazanların altına atılan odunların közlerinin üstünde pişirilen biberler, analarımızın kergenin kuytu bir yerinde sabah sabah pişirdiği bazlamalar, yağlı yoğurttan yapılan ayran, taze yağ, eğer sizi unutursam, eğer sizi sosyetenin takıldığı en lüks lokantaların menüsüne değiştirirsem bana lanet olsun.
Aysadık çarpsın beni…
Çocukluğumuzun Kâhta’sında benim ve yaşıtlarımın en çok sevdiği yerlerden biri de hükümet konağının önündeki çeşmeden dolan havuzdu.
Yaz aylarında çaya gitmediğimiz zamanlar, bu havuza girer serinlerdik. Kavurucu yaz sıcaklarının ilacı havuz, Kâhta çayı ya da ağaçların gölgeleriydi.
Çoğumuz yüzmeyi bu havuzda ya da Kâhta çayında öğrendik.
Öğretmensiz öğrenip, kitapsız okuyandık.
O günlerde Kâhta’da yüzme okulları yoktu. Bugün nüfusu 50 bine yaklaşan, belki de 50 bini geçen Kâhta’da kaç tane yüzme okulu var?
Eski Adıyaman yolu hükümet konağının önünden başlardı.
İki tarafı nazlı nazlı sallanan söğütlerle ve kavak ağaçlarıyla doluydu.
Ağaçlar oradaki bahçelerin kenarında, su arkının sağına, soluna dikilmişlerdi.
Bahar, yaz aylarında bu yol, hele derenin üzerindeki köprü, biz çocukların cennetiydi.
Köprüde oturur, suda oynayan kurbağaları zevkle izlerdik. Bu köprünün üzerinde geçen bir anımı hiç unutmadım. İlkokul birinci sınıf öğrencileriydik.
Öğretmenimizin adı Satılmış Bektaş’tı.
Okulda, sokakta ve evde Kürtçe konuşmamızı yasaklamıştı. Evde annemle Türkçe konuşmak isteyince Kürtçe azarı yemiştim:
— Ez tırki nızanım!
Okulda ilk yılımızın son günü geldi. Öğretmen elinde karnelerle sınıfa girdi.
Biz karnelerimizin dağıtılmasını sabırsızlıkla bekliyorduk.
Öğretmen, “geriye yaslanın ve beni iyi dinleyin” diye bağırdı.
Geriye yaslandık. Sessizce bekledik. Öğretmen konuşmaya başladı.
Bu uzun konuşmanın üç cümlesi çok önemliydi:
— Tatilde Kürtçe konuşmayacaksınız, konuşanların adını yazacaksınız. Okullar açıldığında Kürtçe konuşanların adını bana getireceksiniz.
Tatil başladı.
Tatil çabuk bitti. Okullar açıldı. İkinci sınıfa başlayacağım diye sevinçten uçuyorum. Üstümde kara önlük, beyaz yaka koşarak Kubilay İlkokuluna gittim.
Kâhta’da tek ilkokuldu. Eski arkadaşlarla okulun bahçesinde buluştuk.
Annelerinin, ablalarının elinden tuttuğu yeni kayıt yaptıran öğrenciler, okulun bahçesinde ürkek bir şekilde bekliyorlardı…
Zil çaldı. Öğretmenler sıra olmamızı istediler.
Sınıflarımıza göre dizildik. Yapılan konuşmaları dinledik.
Okul müdürünün komutuyla yeni sınıflarımıza girdik.
“Keklik” olmayı marifet sanan bir arkadaş, öğretmenimizin tatile girdiğimiz gün verdiği görevi yerine getirmişti.
Biz sınıfta beklerken o dışarıda kalmış, beni öğretmene ispiyon etmişti:
—Mahmut Cantekin tatilde Kürtçe konuştu.
Öğretmen sınıfa girdi. Beni ayağa kaldırdı. Kara tahtanın önüne çağırdı.
Öğretmenimiz şimşek gibi gürledi:
— Niye Kürtçe konuştun. Tatilde Kürtçe konuşmayacaksınız demedim mi?
Beni bahane edip bütün sınıfa gözdağı vermek istiyordu. Korkutuyordu.
Küçücük esmer suratımda, beyaz avuç ve parmaklar kırmızı iz bıraktı…
Minik yüreğim ve gözyaşlarım anadilimi konuşmama verilen cezaya sessiz isyan etti.
Ben bir ötekiydim. Bir tırşıkçı çocuğu anadilini konuşan arkadaşını ihbar ediyordu.
Kâhta’da sanki tüm çocuklar tatilde Türkçe, İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Almanca konuşmuştu.
Sanki bir ben Kürtçe konuşmuştum.
Anadilimi konuşmak neden yasaklanıyordu?
Annem Alman olsaydı, ben Almanca konuşurdum.
Kâhta’da Almanca konuşan öğrenci olduğum için öğretmenim sevgisini benden esirgemezdi…
Beni dövmezdi…
Almanları Türkleştirmek diye bir proje yok…
Ey benim kötü kaderim, kör talihim, çöle dönen şansım!
Seni sıcak yaz gününde, bol şekerli suya batırmalıyım… Bir çöplüğün yanındaki ağaca ayaklarından asmalıyım. Sinekler, böcekler seni emerken, bize bu acıları yaşatanları timsahların ağızlarında kıvranırken izlemeliyim.
Aç kurtların sofrasında, vicdansızların yalvarışlarına tanık olmalıyım.
O yaşta “keklik” yüzünden dayak yediren kadere başka ne yapılır?
Dünden bu güne değişen tek şey, parmakla sayılan kekliklerin sürüye dönüşmesidir…
“Keklikler” cehaletle beslenen yasaklar ormanının küçüklük kompleksi içinde kıvranan zavallı, adi mahlûklarıdır.
Bu mahlûkatlar güçlü gördükleri kişilere, kurumlara yaltaklanırlar.
İçlerindeki iflah olmaz küçüklük kompleksini bastırmak için, bir yağlı kemik için, bir tabak tırşık için, bir aferin almak için kendi arkadaşlarını, akrabalarını satarlar…
“Sayın keklik” “sayın muhbir vatandaş” “ sayın pis ispiyoncu” olmak gelişmemiş kişiliklerinin dışa vurumudur… Bu sıfatlar onların madalyalarıdır.
Köşeli mi yuvarlak mı madalya, onu çözemedim…
Bu ihaneti meslek edinenler, kazdıkları kuyuya er ya da geç kendileri düşerler. Ben daha düşmedim diye sevinen kekliklerin sevinci her an boğazlarında kalabilir.
Bu tiplere çok rastladım. Sonları hep hazin oldu…
İş verdikleri sahiplerinden şu sözü duyan yüzlerce kekliğe tanığım.
—Sen hemşerini, dostunu, arkadaşını, akrabanı utanmadan sattın. Benim seninle işim bitti. Sen beni de satmadan haydi güle güle cehenneme git…
Tanrım! Güzel Tanrım! Binlerce kez şükürler olsun sana. Bu yaşıma kadar ne dostumu sattırdın bana, ne de düşmanımı…
Ne sevdiklerimi sattırdın bana, ne de sevmediklerimi…
Kâhta’m benim. Sana layık bir Kâhtalı olmak için elimden geleni yapacağım…
Senin daha güzel, insanlarının daha mutlu, sağlıklı, kültürlü olmaları için çalışacağıma yemin ediyorum…
Ne mutlu Kâhta’ya layık olmak için çalışan güzel insanlara.
Ne mutlu Kâhta’yı candan seven canlara.
Mert, dürüst, merhametli insanlara selam.
Tırşıkçılar, kemik yalamaya devam.
YORUMLAR
Üstadım, kaleme aldığınız bu eser, sadece nostalji, anı değil; aynı zaman da "kültür tarihidir" ve yetiştiğiniz o kadim coğrafada yaşayan insan kaderinin trajik efsanesidir...
Yazılmalı, tıpkı sizin usta kaleminizden çıktığı gibi yazılmalı, tüm ayrıntılarıyla, unutulmamalı...
Yaşananlar öyle tanıdıktı ki... Belleğimizi her daim meşkul eden travmalar... Ve bir film şeridi gibi geçti gözümden.... Evet, oradaydım bende, der gibi oldum...
Acısıyla, kederiyle ne güzeldi ama...
Çok çok teşekkürler tasvirlere, betimlemeler, yalın ve usta anlatıma...
Saygılar, sevgiler ve tebriklerimle...