10
Yorum
6
Beğeni
0,0
Puan
2006
Okunma

Modernleşen toplumsal hayatta değişen en önemli değerin “güven” olduğunu söyleyebiliriz… Bunun nedeni; güven esasına dayalı kurulan ilişkiler. Hayatın farklı yaşam koşullarından dolayı güvenin değişime uğraması. Birbirini tanımayan insanların karşılıklı beklentileri olan ” güvenme duygusu” ve bundan emin olma isteği. Bu duygu oluşmadığı zaman; mekânların yakın olması, eğitimli, eğitimsiz meslek sahibi, etnik ya da etnik olmayan dini beraberliğinin olması bile, bir anlam ifade etmiyor elbette.
Güncel durum; alt kat üst katı, yandaki diğer yandakini tanımıyor. Apartman girişinde selam verip, selam alınmıyor. Asansör veya merdivenlerde göz göze gelmekten dahi imtina ediliyor. Bir fiske tuz istemek için komşu kapısı çalınamıyor. İnsanlık hali acil durum da olabilir. Kısa süreliğine çocuk emanet edilemiyor. Gelinen nokta ise; en insani değerin “güvenme duygusu” olması gerekirken, karşılıklı birbirine güvenememe duygusu… Girizgâhtan sonra Rahmetli dedemi anlatmak istiyorum.
Dedemin büyük evi...
Rahmetli dedem çevresinde çok sevilen hatırlı, sözü geçen, dinlenen ve güvenilen aksakallı bir çiftçi insandı. Köyde yaşamasına rağmen şehirle iç içe olması ve okur-yazar aydın insandı. Hacı olduğu için de kendisine Hacı Abdullah Ağa derlerdi. Ağa derlerdi de öyle bir kaç köyü yoktu. Toprak ağası iki tane sınır komşusu arkadaşlarına rağmen, dedemin ağalığı toprak zenginliğinden değil, gönül zenginliğinden geliyordu.
Dedemin evi benim de iki yıl çocukluğumun geçtiği, yaklaşık iki dönüm arazi içinde iki katlı, çivit mavisi boyalı o zamanın en büyük eviydi. Gel zaman, git zaman içinde köyde yaşayan insanlar tarafından evin ismi ” büyük ev” olarak kaldı. Çünkü; evler iki odadan ibaret tek katlı evlerdi. Ev içten ahşap merdivenli üst katta ise küçük küpeşte olmayan balkonu vardı. Balkon avluya bakıyordu. Dedem güzel havalarda rahmetli anneannemin günlük el değirmeninde öğüttüğü kahvesini içtikten sonra Kur’an okurdu. İkindi ezanının okunmasına yakın, namaz kılmak için de, yüz metre kadar uzakta olan köyün camisine giderdi.
Avlunun içinde oldukça yüksek briket tuğladan örülmüş traktörün, tarım aletlerinin durduğu garaj vardı. Tarım ile alakalı ne kadar araç-gereç varsa, sadece dedemin değil, ihtiyacı olan köylünün de malıydı. Daha sonraki yıllar içinde garajın karşısına tek katlı, odaların içinde banyo bir lavabolu üç odalı şirin bir ev yaptı. Eskiler bilirler banyo odanın içinde oluyordu. Bu ev köye gelen misafirleri konuk etmek için yapılmıştı. Briket tuğladan örülü avlunun ahşap çitten iki giriş kapısı vardı. İlk giriş kapısı büyük ev için, diğer giriş kapısı ise traktör ve tarım aletleri içindi. Kokusunu hala unutamadığım sarı, beyaz çiçekleri olan hanımeli çiçeğinden, avlunun duvarlarını görmekse imkânsız. Çocukluk işte. Hanımeli çiçeklendiğinde, çiçekleri kopartıp içindeki bala benzeyen sıvıyı emerdik. Büyük evin önünde de kocaman ıhlamur ağacı vardı. Onun kokusu da ayrı bir güzeldi.
Dedemin zamanında bir yerden bir yere gitmek, gelmek oldukça meşakkatli olurdu. Köye gelen, yolu köyden geçen ya da dedemi tanıyanların gönderdiği insanların dinlenmesi, konaklaması gereken durumlar olurdu. Tanınmayan, çağrılmayan ve kendiliğinden gelen Tanrı misafirlerinin ilk uğradıkları yer tabii ki köyün camisi. Namaz vaktiyse dedem zaten orada olurdu. Tanısın, tanımasın kırk yabancı olsun fark etmezdi. Tanıdığının tanıması kâfi, eve getirir, kendi yoksa da Hacı Abdullah Ağanın evine gönderilirlerdi. Hırlı mı hırsız mı düşünmezdi. Eşkıya mı, asker kaçağı mı, kanun kaçağı mı diye kalbinde güven sorgulaması yapmazdı. Gönderenler dedeme güvenir, dedem de gönderenlere güvenirken; misafirler dedeme, dedem de misafirlerine güvenir, gerisi Allah Kerim derdi… Büyük evde, büyük sofralar kurulur, derin sohbetler edilir ve yatmaya misafir evine geçilirdi. Bilenler bilir, bilmeyenler de öğrenirdi.
Koca ömrünü sesini yükseltmeden, hiç kimse ile tartışmadan tamamladı. Köyün yedisinden-yetmişine, kadınların ve erkeklerin Hacı Ağası… Gönlünün ve büyük evinin kapıları sonuna kadar herkese açıktı. Ağalığı maddiyattan ziyade duygu maneviyatın verdiği, insan gibi insan olmasından geliyordu… Tam da şu zamanda en çok ihtiyacımız olan güvenilecek insan modeli.
Dedemin tek özrü; doğuştan sağ bacağı, sol bacağından birazcık kısa oluşu. Yürürken sol tarafı, sağ tarafına doğru çok az eğilirdi. Görünüş itibari ile fiziksel olarak bacağı naçar olsa da, kalbi naçar değildi…
İnsandı, yüreğinde insanlık vardı!
Şimdi ne o zamanlar, ne o insanlık, ne de rahmetli dedem gibi insanlar var.
Onlar eskidendi, hem de çok eskidendi…
Nuray Çakmak/17/07/2019