5
Yorum
8
Beğeni
0,0
Puan
1259
Okunma

Ortaokul... Ortaokul yoktu çocuğun köyünde. Hiç ayrılası da yoktu baba ocağından. Her gün yürüyemezdi ki o kadar yolu. Tam yedi kilometre. Bir o kadar da dönüşü var bunun. Yağmuru var, karı var ve de kızgın güneşi var. Ayrılacaktı köyünden çaresiz, istemese de. Umutlarını katık edip ekmeğine, korkularını gömdü geçmişe. Eylülde okullar açılacaktı. Bir ev tutulup okuyacaktı şehirde, Adam olacak diye... İyisine paraları yetmezdi. Bir aile yanında kalacaklar, eve biraz da erzak getirecekler, ev sahibi hanım da yemeklerini verecekti üç öğün. Neyse ki yalnız değildi. Ağabeyi iki sene önce başlamıştı ortaokula. Deneyimliydi ona göre. Zeliha iyi kadındı. İşin en iyi yanı da evi okula çok yakındı. Elekçi Irmağının kıyısında, Mandıra denen mevkideydi. Anne gibi davranmıştı ağabeyine. Paraya da ihtiyacı vardı. Bu yıl da açıkta sayılmazlardı bu gidişle.
Kunduracı Naim biraz pahacıydı. Biraz da suratsızdı, laf aramızda... Malları dayanıklı olmasa kimse açmazdı dükkanının kapısını. Çocuğun ablası memur olmuştu o yıl. İngilizlerin: ’ Ucuzdan pahalı hiçbir şey yoktur ’ atasözü geldi aklına ablanın. Doğru Naim’ in dükkanına yöneldi kardeşleriyle. İlk maaşını almıştı nasılsa. Çocuğun gözleri iri iri açıldı. Raflar dolusu ayakkabılara baktı hayretle. Birkaç denemeden sonra buldular ayağına uyanı. En iyisinden bir iskarpin seçtiler. Rengi siyah. Bağcıklı. Yürüdü ileri, geri dükkandaki daracık alanda. Aynaya baktı. Yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı. Eski lastik ayakkabılar kunduracıda kalmıştı. O an düşünemediler ona hala köyde ihtiyaçları olacağını.
Cumartesi günleri okullar yarım gündü o yıllar. Öğrencilere sanki dernek, düğün. Eve dönüyordu çocuk kilometrelerce yoldan. Otobüs, dolmuş çalışmazdı köylere o zaman. Pazartesi günleri kasabanın pazarıydı. Sadece o gün, sabahtan bir kamyon gelir, toplar götürürdü köylüyü şehre. Akşamüstü de geri. Yetiştin, yetiştin. Kaçırdıysan halin harap. Özel jip tutarsın paran çoksa. Pazartesi okula giderken sorun yoktu neyse ki...
Burnunda tütüyordu annesinin sıcak mısır ekmeğinin kokusu. Ateşte fokur fokur kaynayan naneli mısır çorba da hediyesi. Hiçbir çorba tutmazdı onun yerini. Yazın soğuk, kışın sıcak severdi naneli çorbayı. Utanmasa, bir tencereyi içerdi bir oturuşta... Ne de güzeldi hava Zeliha’ nın evinden çıkarken. Sert bir sağanak başladı aniden, Başını kaldırıp baktı gökyüzüne
’Duracak mısın mübarek? ’der gibisinden, Öyle bir niyet çıkmadı rahmetten. Çocuk çıkardı iskarpinlerini, çoraplarını da pek tabi, Çantasına sakladı kıymetli eşya gibi. Pantolonun paçalarını sıvayıp yağmur altında yarım saat daha yürüdü. Çamurlar ayak bileklerinden yukarıda. Çamura razı, taşlar parçalamasa ayak tabanlarını. İliklerine kadar ıslandı da Gönlü razı olmadı yeni iskarpinlerini ıslatmaya. Ne olurdu sanki birkaç gün daha yağmur yağmasa. Yeni iskarpinler de hemen ıslanmasa...
Evin kapısını ablası açtı:
’Aliiii... Ne bu halin? Ayakkabıların nerde?’
’Islatmadım onları’ der gibi koltuk atını işaret etti çocuk. Gözyaşlarını tutmaya çalıştı abla, başaramadı. Yağmur devam ediyordu. Yağmura karıştı gözyaşları.
* "Buz Tutan Ateş" adlı öykü kitabımdan. " Tilki Kitap"
Naime ÖZEREN