9
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
1235
Okunma

1
Radyoda Cenk Taner çalıyordu.
“Bu yalnızlar liginde her sene üst üste
Şampiyon olmuşuz da kupalara doymuşuz da”
Derken telefonuna gelen mesajı okudu. “Yalnız olmadığını bil.”
“Bir yalnızlar ligi olsa zirveyi kaptırmazdım” diye karşılık verdi. “Yerel, ulusal, kıtasal, evrensel ne kadar ödül varsa alırdım. Yalnız başıma da kutlama yapardım sonra. Kupalara mum diker üflerdim de kimsenin haberi bile olmazdı. Ben de hiç çaktırmazdım.”
“Yalnız değilsin ki.”
“Biliyorum. Bir lig kurma hakkına da ligi iptal etme hakkına da sahibim.”
2
Ağzım yüzüm toz oldu. Üstümü başımı silkelerken sitemle baktım, elindeki süpürgeyi pişkince savurmaya devam eden rüzgâra, “Ben geçerken süpürmek zorunda mıydın şu ağacı?” Anlamaz ki hödük! Devam etti. Ona kısık gözlerle ters ters bakarak ben de devam ettim. Toza, dumana doymuştu gerçi, ama kulaklarım değil, karnımın gurultusu duydu ötelerden gelen sesi.
“Simitçiiiii, gevrek gevrek simitleriiim vaaar, simiitçiii!”
Köşede görününce tanıdım onu. Bir keresinde kahvehanede sinsice yanıma yaklaşmıştı. Ve elini ağzına siper ederek konuşmuştu.
“Benim simitçilik yaptığıma bakma sen, ben tam dört dil biliyorum.”
Sonra da parmaklarını bir bir kapatarak sıralamıştı.
“Kalimera, How are you, Fine, Thanks and you…”
O an anladım ki, herif arıza! Yine de çaktırmadım. Dinledim. Açıklamaya girişmişti.
“Kalimera, yunanca günaydın demektir. Yunan sevgilimden öğrendim. How re u, İngilizce nassın demek. İngiliz manita yapmıştım. Fine, onu unuttum, Fince merhaba ya da nassın olabilir. Thanks and you, Amerikanca, teşekkür ederim demek.”
Sırtına vurmuştum pıt pıt ve demiştim ki, “Cidden büyük adammışsın.” Gururlanıp bana simit ikram etmişti.
Başının üstünde simitten bir dağ, yine geliyordu işte. Hızlı adımlarla yanımdan geçerken,
“Hey simitçi” diye seslendim, “versene iki simit.”
Durdu. Başını bir robot gibi çevirdi, “Olmaz” dedi, “kendim yicem!” Ardından tepsiden bir simit alıp, ısıra ısıra yoluna devam etti.
Dedim ya, arıza herif!
3
Bazen gökten bir fikir gelir, dank diye düşer kafana. Fırlarsın banyodan. Yıkarsın ortalığı; bir sağa “evraka” bir sola “evraka…” “Evraka ulan işte” dersin, “inadına evraka.” Kalem tam değer kâğıda, dudağını bükersin, “cık…” Patlamıştır sabundan köpük. Öyle, kıçın açık, koşturduğunla kalırsın.
4
Orhanyutan Hanım, renkli bir bahar sabahı, balkonunda kahvesini yudumluyor, sokaktan gelip geçenleri izliyordu. Arada, komşu binaların açık kapı ve pencerelerine röntgenci bakışlar fırlatmayı da ihmal etmiyordu. Gözüne birden komşu binanın bahçesinde bir banka oturmuş beş yaşlarındaki çocuk ilişti. Ne sevimliydi. Ellerini apış arasına kıstırmış, salladığı bacaklarından biri ileri giderken biri geri geliyordu. Orhanyutan Hanım, derin bir iç çekti. Ardından gülümsedi. Kahvesinden bir yudum alırken, çocuğun önce sağına soluna bakışına, sonra fırlayıp kendini çiçeklerin arasına atışına şahit oldu. Söylemeye bilmem gerek var mı? Orhanyutan Hanım, meraklı bir kişiydi. Boynunu şöyle bir uzattı. Çiçeklerin kısmen sakladığı çocuğun donunu indirdiğini gördü. Hıyarlık parayla değil ya,
“Pişt” diye seslendi, “napıyosun?”
Ve hemen gizlendi. Parmaklıkların arasından, çocuğun panikle toparlanışını, banktaki az önceki pozisyonunu alışını izledi. Orhanyutan Hanım, çok gülen biriydi. Elini ağzına bastırdı, yine güldü. Çocuk, dudaklarında beceriksizce bir ıslık, gözleriyle çevreyi taradı. Ortalık sakin. Yine çiçeklerin arasına fırlar fırlamaz donunu indirdi ki, bir ses;
“Oğluuuum, nerdesin?”
Hızla çekti donunu. Bankın önünde dikildi, kaldırdı başını, “Burdayım annneee!”
“Tamam, kaybolma, geliyom ben!”
Orhanyutan Hanım, kahveyi çok severdi. Yaklaşık iki metrelik bedenini doğrulttu ve göbeğini hoplata hoplata koştu; bir kahve daha doldurdu. Döndüğünde çocuk, yine donları aşağıda, yine çiçeklerin arasındaydı. Hıyarlığın parayla olmadığını söylemiştik; tam “pişt” diye sesleniyordu ki, apartman kapısının açıldığını duyan çocuk, apar topar fırladı. Karşısında annesi vardı.
“Oğlum, naptın yine de saklanıyon oralarda?”
Çocuk sessiz kaldı.
“Bak, çamurlanmış ayakkabıların da! Hadi yürü gidiyoruz!”
Orhanyutan Hanım, kahvesinden bir yudum daha aldı. El ele tutuşan anne oğulun ufak adımlarla uzaklaşışını, gözden kayboluşunu izledi. Ve içeri girdi. Çok geçmedi. Anne oğul sokak başında tekrar göründü. Gözleri yaşlı çocuğun, yepyeni pantolonunun önünde kocaman bir ıslaklık… Anne kızgın.
“Oğlum, niye söylemiyon çişin var da, bak geç kaldık!”
Orhanyutan Hanım, bu kez penceredeydi.