7
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
891
Okunma
Zaman yine gitmeler zamanı işte…
Tarih tekerrürden ibaret derler bilmez misin sen…
İşte geldik gidiyoruz
Hoşça kal kardeşim deniz
Biraz çakılından aldık
Biraz da masmavi tuzundan
(Nazım Hikmet)
İşte geldik gidiyoruz diye boşuna dememiş Nazım Usta…
Biraz acımasızlığından aldık biraz da alnımıza çizdiğin çizgilerden… Hepsi bu… Gerisi kötü hatıralar… Ve birkaç hayat tecrübesi…
Neydi Nazım’a o güzel şiirleri yazdıran şey? Piraye’ye olan aşkı mı yoksa memleket sevdası mı? Belki hepsi de şiir yazması için bir nedendi sadece…
Yani Nazım Piraye’yi sevmeseydi,
Yahut hiç sevmeseydi,
Nazım ne kaybederdi Nazımlığından?
Belki de bu yüzden demişti usta,
“Tahir olmak ta ayıp değil, Zühre olmak ta, hatta sevdan yüzünden ölmek te” diye…
Peki, seviyordu diyelim işte bu kadar çok, o zaman neden aldatıldı Piraye? Hak etmiş miydi hem bu kadar sevilmeyi hem de böyle aldatılmayı…
Ya da mesela Aragon’un yazdığı şiirler Elsa için miydi? Yoksa Elsa mı şiirler içindi? Elsa’ya ömrünü adayan, onun gözleri için bütün dünyada meşhur olabilecek kadar güzel bir şiir yazan Aragon hak ediyor muydu aldatılmayı? Ya da Elsa neden aldatmıştı kendisini bu kadar çok seven insanı… Aragon “Mutlu aşk yoktur” derken ne kadar haklıydı…
Sorun ne şiirdeydi, ne aşk da, ne de hayatta… Sorun kahramanlardan birinin sevilme hastalığına tutulmuş olmasındaydı aslında… Nazım gibi, Elsa gibi… Şiir ise sadece ve sadece bir araçtı tüm bu yaşananlarda… Beğenilmek bütün ruhları okşuyordu zira…
Aziz nesin boşuna dememişti;
“Kendiliğimden şiir yazmadım
Şiir yazdırttı kendini” diye…
İşte ben de kendiliğimden yazmadım bu yazıyı, yazı yazdırttı kendini…
Neyse ne diyorduk, zaman yine gitmeler zamanı işte… Şehirler de sevilme hastalığına tutulup tıpkı insanlar gibi aldatırlar mı bizi diye düşünüyordum ki cevabını buldum… Meğerse yaşadığım şehir beni aldatalı epey zaman olmuş…
Vedalar acı verir insana, yoktur bilmeyen tabi…
Bir şehre veda, bir insana veda…
Fark eder mi aslında… Bir kere acıyla bütünleşmiştir veda denen yara…
Kafalar karışık… Hem de çok karışık… Soruların biri gidiyor, biri geliyor… Şiirlerin biri gidiyor biri geliyor…
Ömer Hayyam;
Neylesem bu benim iç kavgalarımla?
Pişmanlığım, kendime düşmanlığımla?
Sen bağışlasan da ben yerim kendimi:
Neylesem bu yüzkaram, bu utancımla?
derken acaba bir gün benim bu duyguları yaşayacağımı mı düşünmüştü…
Sorular çok, cevaplar yok… Eğer yazar kesmezse şu an şu dakika bu yazıyı, saçmalıklar kaplar bütün okuyanları…
Vedaların acı vermesinde anıların payı vardı galiba… Hepsini bir anda geride bırakıp gitmekti işte aranan cevap…
Neydi hayat?
Üç buçukla dört arasına sıkışıp kalmıştı hani… Ya 3,5 atacaktın ya da 4 dörtlük yaşayacaktın… Bu kadar basitti aslında tanımı…
Hayır, hayır… Bu değildi hayat…
Ne demişti şair: Bir büyük oyun bu yaşamak dediğin, beni ya sevmeli ya da öldürmeli…
Kırgınım sana hayat, sebebini bilmiyorum ama kırgınım…
Orhan Veli açıklamış aslında her şeyi:
Bilmem ki nasıl anlatsam;
Nasıl, nasıl, size derdimi!
Bir dert ki yürekler acısı,
Bir dert ki düşman başına.
Gönül yarası desem...
Değil!
Ekmek parası desem...
Değil!
Bir dert ki...
Dayanılır şey değil…
Öyle ya da böyle… Zaman yeni bir sayfa açma zamanı… Zaman bir şehre veda etme zamanı… Çok kaldım ey şehir, bana artık müsaade…
Nazım ustayla başladık yine onunla bitirelim…
Gittiğim eğer bensem, söyle bana kimden gittim? Sende yoktum zaten ben, ben yine bende bittim...
(Nazım Hikmet)
Pelin…
25 Temmuz 2008
00:40