15
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
2446
Okunma

Kesmiyordu, tek katlı evlerin tepesinden toprak yola atlamak, beni kesmiyordu. İki katlı evlerin tepesinden bir kum tepeciğine atlamak da beni kesmiyordu; daha yüksekten atlamalıydım, daha yüksekten… Ben uçmalıydım. Sahilde gördüğüm abi, belki de abla, nasıl uçuyordu öyle; denizin üstünde nasıl da süzülüyordu, bir kuş gibi. Onun kocaman renkli bir poşeti vardı, benim de renkli, büyük bir poşetim olsa ben de uçabilirdim. Yüksek bir yer bulmalıydım ve bir de renkli poşet… Komşu bahçede bir ceviz ağacının tepesindeydim, bir dala oturmuş elimdeki Ayselleri iştahla yiyordum. Aysel dediysem, kiraz yani; Aysel ablanın dudakları rengindeki kirazları… Gözlerim bir an bizim eve yöneldi. İşte, bulmuştum, mahallenin en yüksek binası buydu, tam üç katlı, mahalledeki çoğu bina gibi çatısız üstelik. Tek eksiğim renkli bir poşet; renkli, büyükçe bir poşet.
Ertesi sabah büyük bir heyecanla uyandım. Büyük poşeti nerede bulacağımı da biliyordum, renksizdi ama… Annemin tüm ısrarına rağmen, büyümeyi, güçlenmeyi ve hızlı koşmayı sağlayan o beyaz sıvıyı içmedim o sabah. Çünkü tepkiliydim; hızlı koşturan ayakkabılarım bana büyük bir kazık atmıştı geçen hafta, üstelik hızlı koşturan çorbayla işbirliği içinde… O çingene, beni yakalayıp, koskocaman eliyle o tokadı sadece suratıma değil, inançlarıma da indirmişti. Öylece sokağa çıktım. Serkan, her zamanki gibi çoktan dışarıya çıkmıştı bile; onların evin önündeki “tuzak çukur projemiz” üstünde çalışıyordu: oyuncak çekiçlerle kazdığımız çukurun üstünü bir gazete ya da kartonla örtecektik, içine birileri düşecek ve biz o kişileri yakalayacaktık. Sonra? Sonrasını bilmiyorduk, yakalayacaktık işte. Yanına gittim, çömeldim, elimdeki çekiçle projemize katkıda bulunmaya başladım ki; Serkan elindeki çekici bıraktı; “cam kırmaca” oynamak istiyordu. Ona geçen hafta Çingene’nin ahırının camlarını kırarken yakalandığımı, bana tokat atıp, kuş lastiğimi de aldığını anlattım. Onun da kuş lastiği yokmuş zaten, geçen gün “gökyüzüne taş atmaca” oynarken bir abi gelmiş, boş tarladaki bir kurbağayı göstererek “bomba atan kurbağa” demiş, “kuş lastiğini ver bana ben onu öldürürüm, sen hemen kaç” demiş. Kurbağaların bomba atamayacağını akşam ablası Ona gülerek anlatmış. Etrafıma bakındım her yan kupkuruydu, toz, toprak; “Ev Duvarlarına Çamur Yapıştırmaca” da oynayamazdık. Hem benim şu büyük poşeti almam gerekiyordu bir an önce. Serkan’a döndüm:
“Musa’yı çağıralım mı?”
Musaların evin önüne gittik yüksek sesle ismini söyledik. Annesinden izin alır almaz yanımıza gelmişti. Ona bahçelerindeki büyük naylonu gösterdim:
“Şu poşeti bana verir misin?”
Musa’nın malı kıymetliydi. Karşılığında gazoz kapaklarımın hepsini vereceğimi söyledim. İnatçıydı. Misketlerimi de teklif ettim. Olmaz. Gazoz kapaklarımı, misketlerimi ve 5 de para istiyordu. Bende para yoktu. Annemden isteyemezdim; istesem de vermezdi. Babam işteydi, dedem başka bir memlekette, babaannemden yeni para istemiştim, tekrar istemeye utanıyordum. Ama o parayı nasıl kazanacağımı biliyordum: demir toplayarak…
Musa bizimle gelmedi; annesi evin önünden uzaklaşırsa Onu döveceğini söylemiş. Üstelik işten döner dönmez babası da dövermiş… Musa geçenlerde Latif’le demir toplamaya çıkmış, aklına parlak bir fikir gelmişti; hurdacı, bizim eski top sahamıza kondurduğu hurdalığını kahvehanede çay içmek için terk ettiğinde, gizlice içeri girecekler, alabildikleri kadar demir alacaklardı. Nerden bilsinler, hurdacının, kahvehanenin içeriyi göstermeyen aynalı camından kendilerini izlediğini. Çakal hurdacı demirleri aşırırlarken hiç müdahale etmemiş, yarım saat sonra, hurdalarını çaldıkları hurdacıya çaldıkları hurdaları kakalamaya çalışan iki çocuğu önce tokatlamış, sonra kulaklarından tutup evlerine kadar götürmüştü. Serkan’la elimize birer küçük poşet aldık, çivi, demir, tel gibi para edecek ne varsa toplamaya başladık. İnşaat bakımından şanslıydık; adım başı inşaattı. Bazı inşaatlarda kimse yoktu üstelik, boş inşaatlara daldık. 2 saat içinde elimizdeki poşetlerin yarısı çiviyle dolmuştu, üstelik bobin teli bile bulmuştuk; bobin iyi para ediyordu. Yukarı mahallede efsane bir inşaat vardı, oraya gitmeliydik. Geçen gün Harun söylemişti:
“Yukarı gidin oğlum, ev koskocaman, ne ararsan var, biz 3 paralık hurda topladık oradan.”
Biz 5 paralık toplamalıydık. Yukarıya doğru yol aldık. Karşıdan görülen şu devasa ev olmalıydı dedikleri. Onu görmüştük ve koşmaya başladık, umuda doğru koşuyorduk. Önüne geldik, kafamı kaldırdım:
“Ne büyük!”
Sessizdi, kimse görünmüyordu. İçeri girdik, yerdeki bobin tellerini, çivileri, alüminyumları hızla toplamaya başladık. Elimizdeki poşetler dolmuştu bile. Devasa inşaatta bulduğumuz başka poşetleri doldurmaya başladık ki arkamızdan bir ses:
“Kolay gelsin ustalar, siz yeni işçiler misiniz?”
“Evet” dedik aynı anda. “Biz burada çalışıyoruz.”
“Gelin bakalım, yaşınız kaç sizin?”
Yaşım kaçtı benim. Ne bileyim ben. Serkan:
“5”
Şaşkın şaşkın Serkan’a baktım. Boylarımızı karşılaştırdım:
“O 5 yaşındaysa, ben 7 ya da 8 olduğumu düşünüyorum. Çünkü Ondan daha uzunum.”
Adam gülerek:
“İyi, iyi, hadi bakalım, gelin size yeni iş vereyim.”
Bizi bir üst kata götürdü. Tüm çivileri toplayabileceğimizi söyledi. Sevinçliydim. 5 değil 10 para bile kazanabilirdim. Kısa sürede elimizdeki poşetleri çivilerle doldurmuştuk. Aşağıya indik. Adam inşaatın önünde sigara içiyordu. Bizi görünce:
“Ooo ustalar topladınız mı hepsini?”
Aynı anda elimizdeki toplam 4 poşeti göstererek:
“Topladık abi!”
“Bırakın onları şu kenara, hepsini, hepsini.”
Elimizdekileri söylediği yere bıraktık. Bir cevap bekler gibi bakıyorduk adama. Adam:
“Tamam, ha siktirin gidin şimdi!”
Anlamamıştık. Adam elini kaldırdı, üstümüze geldi ve böğürdü:
“Siktirin lan, siktirin gidin!”
Kaçmaya başladık. Umut arkada kalmıştı ve ona bakmaya korkuyorduk. Nefes nefese durduğumuzda bizim evin kömürlüğündeydik; gizlenmek için iyi bir yerdi. Biraz soluklandıktan sonra, keşke her gün pazar kurulsaydı diye iç geçirdik, her gün su satıp para kazanabilirdik o zaman. Mahalleye 200 metre kadar uzaklıktaki stadın oradaki gölde su boldu ne de olsa; doldur doldur sat. Biraz sessizlikten sonra Serkan:
“Napcan Musaların poşetini?”
Söylemedim, hiç bi şey söylemedim. Ona parası olsa napacağını sordum. Murat abiden büyülü sporcu kıyatlarını alacakmış. O kıyatları yüz farklı hoca okumuş; onlara sahip olan kötü rüyalar görmüyormuş. Rüyasında kendisini sürekli bir devin kovaladığını, dev tam kendisini yakalayacakken uçtuğunu gördüğünü söyleyip duruyordu. Kağıtlar sadece 10 paraydı.
O gün 5 parayı bırakın 1 para bile kazanamadan gece oldu. Caddedeki büfenin boş bira şişelerini büfenin arkasından araklayıp ön tarafında satma denememiz de başarısız olmuştu. Tam ikişer bira şişesini büfeciye uzatmış, karşılığı olan parayı bekliyorduk ki kulaklarımızdaki acıyla çığlık attık, kıçımıza inen tekmelerle de son gaz kaçtık. Ama poşeti Musaların bahçesinden aşırmayı başarmıştık ve onu bizim evin tepesine saklamıştım bile. Plan için her şey hazırdı. Babaannem uyur uyumaz yataktan kalktım, anne-babam yan odada uyuyorlardı, sessizce kapıyı açtım ve merdivenleri çıkmaya başladım. Zirvedeydim işte. Gökyüzüne baktım; yıldızlar ve ay dede pırıl pırıldı. Hafiften rüzgar esiyordu ve uçmak için mükemmel bir geceydi. Yıldızlara göz kırptım onlar da bana kırptılar. Büyük poşeti aldım, açtım. Bir an gökyüzüne tekrar baktım, ay dedeyle göz göze geldik. Dedem öğretmişti; ay dededen ne zaman şeker istesem veriyordu.
“Ay dede bana şeker versene!”
Şeker dedemin elinde oluyordu ve bana veriyordu. Ay dededen şeker istedim. Vermedi. Tekrar istedim. Yok. Tekrar. Şeker nerede? Ay dede ay dede şeker versene! Vermiyordu. Ay dede bana küsmüştü. Yaramazlık yaparsan sana küser demişti dedem. Ağlamaya başladım. Hüngür hüngür ağlıyordum. Ve babaannemin heyecanlı sesi geliyordu ardımdan:
“Oğlum, napıyosun burda?”
“Ay dede bana şeker vermiyor babaanne?”
“Verdi şekeri, aşağıya gönderdi, gel bak.”
Babaannemle birlikte aşağıya indik. Poşet, uçmak, poşete tutunup uçmak fikri ne oldu, bilmiyorum. O gece uyur uyumaz hepsi uçtu gitti sanırım.