6
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1051
Okunma
Efsane yazar Pablo Coelho’un dediği gibi" dinlemek isterseniz, size ilginç öyküler anlatır kitaplar" öykü yerine, ilginç anılar da dinlemeyi tercih edebilirisiniz…
Güvercinlerle zarfsız mektuplar gönderirdik. Gurbetten sılaya, sevenden sevilene... Bol havadislerle mektup dolanıp ulaşırdı sahibine. Her mısrası özlem kokardı; menekşe kokardı. Bol kelamla içlenip dururduk bazen yanaklarımıza yaşlar dökülürdü sevinçten, bazen de mürekkebimiz tükenir kokumuz sinerdi satırlara...
"Kestane kebap, acele cevap" son satıra bu sözü işlerken bir de beş parmaklı ellerimizi resim ederdik; avuç kısmına "Güle güle git, güle güle gel" i yazıp mektubumuzu noktalardık ve en sonda zarfı dilimizle ıslatıp mektubu kapatırdık.
Hiç kara trenle yolculuk yaptınız mı?
“Bir çığlık, ayrılığın, hasretin, gidip de dönememenin sararmış fotoğrafı.”
Önce kömürle çalışanı sonra dizelle çalışan trenlerle ulaşım sağlanırdı; bir ilden başka illere... Trenler, kıvrıla kıvrıla, dumanı tüte tüte, ıslıklayarak yol alırdı. Uzakları yakın edercesine tünelden tünele girip çıkardı ve karanlık geceleri yırtan ıslıkları… Trende keyifli keyifli çuf, çuf çuf çuf eder, puf puf puf diye dumanını çıkararak gelip geçerdi. Ve her istasyona giriş çıkışlarında korkutucu klaksonu çalarak yol alırdı tekrar. Ömür, bir yolculuktan trenin çakılı yollarda aktığı gibi bizde ömrümüzden akıp gidiyorduk.
Ayrı bir güzellikti hayat; yokluklar ve imkansızlıklara rağmen iyilik vardı, hoşnutluk egemendi o yıllar…
Bir yanı papatyalarla süslü yamaçlar diğer bir yanı uzun geniş bir ovada bulunan köyde yaşardım. Okul yok, yolu, suyu yoktu YSE kurumların hala ayak basmadığı ve köyün adı haritalara geçmemiş yıllardı. Yokluk her yanımıza işlenmişti fakat sıcak dostluklar vardı. Yokluk vardı ama hastalıklar yoktu. Bir baş ağrıları bir de doğum sancıları olurdu. Doktorlar çok ender gelirlerdi ve seçim için köye dört yılda bir resmi araçlarla resmi memurlar gelirdi.
Küçüktük, kenardaydık ve uzaktık şehirlerden… Şimdi teknoloji geldi köylere; köyler şehirleşti, şehirler köylüleşti! Her insan gibi her nesne, her mekan zamanla değişiyordu. Çok hızlı değişiyordu, gelişiyoruz sanıyla aslında özdeğerlerimzi, özlem kavramlarımızı yitiriyorduk hepten…
Tüm yokluklara rağmen huzurlu ve mutluyduk çünkü kaybolma, kaçırılma, boğulma korkusu yoktu. Güven ve refah egemendi bizim köyde ve tüm köylerde; hayat akıp giderken ömrümüzün bir kısmı da sürü peşinden geçerdi. Olsun o anlar elmas kadar değerli anlarımızdı tekno çağa girince anladım.
Bizim köye elektrikler 1988 yıllarında gelmişti. Oysa yanı başımızda bulunan TRT radyo evi ve karayolu 3 km uzağımızdaydı; elektrikler 1960 arda verilmişti ve yüksek gerilim hatları köyümüzün sınırları içinde geçmekteydi.Yazın, evlerimizin damında uyur kalkardık ve geceleri 3 km uzağımızdaki radyo evin personel evleri, karakol ışıklarını, yıldızları izlercesine izlerdik.
*
Bayramlar vardı...
Adı gibi, tadı gibi bayramlardı. Bayramlara iki hafta kala hazırlıklar başlardı. Bayramlık elbiselerimizi, ayakkabılarımızı babam alırdı çünkü o şehre gider beğendiğini alıp getirildi. Bizim renk, boy, beğenme seçeneğimiz yoktu fakat yeni olan her şey bize hoş gelirdi. Bazen bir numara küçük gelirdi, ayakkabının arkasını keser bol geldiğinde ön tarafına bezden tampon Yapıp giyerdik. Şekerler alınırdı torba torba, renga renkli... Çeşit çeşit lokumlar rüyalarımıza girerdi. Bayrama kadar kara lastik ayakkabımızı başucumuza alıp uyurduk. Şeker için de poşetler edinirdik.
Azlıktı, yokluktu fakat mutlu ve şen çocuklardık…
Hayat, basamaklar gibidir. Çıka çıka büyürsün, ine ine ölürsün derim. Her basamak molasında geriye bakmayı değil geleceğe bakmaya yönelim arzusu taşır her insan. Büyümek isteyen her çocuk gibi ben de büyümek isterdim fakat büyürken, anladım ki elmas değerinde anlarımı çaldırmışım hayata... Her sokak, her kaldırım ve her yolculuk bir şeyler kopardı benden. Zamana yutulduk ve kursaklarına indirdi hayat bizi. Eksiliyoruz an an, saniye saniye kendimize yabancılaştık.
"silah icat edildi mertlik bozuldu" şimdi ise teknoloji gelişti, insanlık değişti.
Ve köyde kar...
Kar, içimde sonsuz ulaşılmayası bir özlem olarak kalmıştır. Karda oynayıp doyasıya eğelenmiş değilim. Küçükken ellerim, parmaklarım üşürdü ve içeriye koşardım. Tek başıma kardan adam yapmış değilim. Kar yağmasını dört gözle beklerdim. Akşamları hep kar yağardı ve sabahlara dek yağardı. Sabah erken uyanmadan babam kar müjdesini kartopuyla uyandırdı. Hemen kahvaltımızı yapıp kendimizi dışarıya atardık ve kısa bir süre sonra yorulup kendimi eve atardım. Köyde kar yağarken damlar kar tahtasıyla temizlenmesi gerekiyordu yoksa ağır kar kütlesi damın yıkmasına bazense eriyip içeriye sızıntı yapmasına neden olurdu. o yüzden karlar erimeden temizlenmesi gerekiyordu. Ben de bazen babama yardım ederdim. Karları genellikle geniş avluya atmamız gerekeli oluyordu çünkü köyde tüm evler sırt sırta yaslanmış olurdu.
Giysilere gelince eldivenlerimiz hiç olmazdı, atkı ise babam eski kazak kollarını yerinden söküp birbirine dikip atkı diye boynumuza atardık. Şansımız olsaydı bir çizmemiz olurdu fakat çoğunlukla altı delik olurdu ve deliği kâğıt, bezle kapatırdık!
Fakat tüm soğuklara rağmen içimiz sıcaktı ve mutluyduk... Kardan çocuklar olup düşlerimizi sıcak yorgan altında kurardık. Düşlerimiz vardı; bir göz ucundaki masumluk kadar... Pamuksu ruhlarımız vardı, içtendik ve içtenlik içinde yaşar giderdik.
2017/ ANILARIM