6
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
1496
Okunma

Sıradan bir sonbahardı. Salı veya çarşambaydı. Ama cuma değildi. Fötr şapkalı, kör bir adam kaldırımda yürüyordu tahta bastonuyla. Hemen arkasında başka kör bir adam. Kolunda beyaz tenli bir kadın. Hiç tanışmıyormuşçasına bir birinden alakasızdı adımları, fakat üçünün buruşuk gülüşleri tıpatıp aynıydı. Birden. Budanmış bir ağacın dibinde durdular. Sonra kör adam, öteki kör adama bir sigara uzattı. O da yanındaki kadına. Kadın, derin yırtmaçlı şuh bir kahkahayla karşılık verdi az mahcup bir tavırla. Uzaktan bakılınca her şey haddinden fazla yavan ve çelişkili gibiydi. Aramızdaki mesafe gittikçe daralıyordu. Yakınlaşırken gözlerinin sürmeli olduğunu fark ettim kadının. Doğuştan gözleri sürmeli denilen o acayip cinslerdendi. Hançer gibi keskin, lacivert gözleri vardı. Dudakları dolgun ve kırmızıydı. Beyin hücrelerim zonkluyordu ve ben hâlâ neden çirkindim. Çirkinlik izafidir diyerek suratımın kartlaşmış çizgilerini beynimden geçen şırfıntı sözlerle inceltmeyi deniyordum, ancak bir türlü beceremiyordum. Dokuz adım, yalnızca dokuz adım atabildim. Geri dönememe ihtimalimi düşününce iyice ürkmeye başladım kendimden; tatmin edici bir cevap vermekten bile acizdi adımlarım. Bir türlü köreltemiyordum sinir uçlarımın sivriliğini. Açlıktan kuduran bir it gibiydim adeta. Bacaklarım zangır zungur titriyordu. Hatırlamak istemiyordum suratıma dair hiçbir detayı. İçim fokur fokurdu. Belki başka şeylerdi hissettiklerim ama umursamıyordum.
Sonunda kaçtım.
Rıhtıma doğru koştum. Suyun üzerindeki ölüleri seyrederek sertleşen sinirlerimi gevşetiyordum. Bu şeylerin beni rahatlattığını düşünüyordum ki suratımın aksiyle suda karşılaşınca ayrıldım hemen. Zendost çöplüğündeki karabaşlı martıların sürtüşmelerini seyretmek için düzlükteki mezarlığa gittim. Fakat burada gördüklerim başkalaşmıştı sanki. Karaborsacılar. Güzel Yüzlü Çingeneler. Sarı Saçlı Antikacılar ve Beceriksiz Palyaçolar, cesetleri soyarak suratlarına işiyorlardı hunharca atılan kahkahalarla beraber. Onları dikizliyordum. Kulağımda metal bir kulaklıkla radyo dinliyordum bir yandan. Haber saatiydi. Cesetlerden sorumlu bakan kusar gibi konuşuyordu. Kader. Önüne geçilmiyor ölümün diyordu. Sonra kalın bir sesle, ‘’Sayın dinleyenler! Bugün üç yüz beş kişiden sadece dört kişi paçayı kurtarabildi faciadan’’, diyerek araya girdi radyocu. Demek ki başka yerlerde başka birileri daha ölüyordu kısık bir tonlamayla. Bizden uzaklarda. Mesela Afrika… Mesela Meksika’nın melez çocuklarının gitar çaldıkları sahil şeritleri ve asfalttaki kanı kurumayan Ortadoğu’nun kenar veletleri.
Aradan uzun, çok uzun bir zaman geçti: bir saatten daha fazla. Sonra. O akşam. Benden epeyce uzun bir adam konuşmaya başladı. Milletimizin başı oh olsun, diyerek kutsal kitaplardan çaldığı ayetlerle teskin ediyordu kalabalığı: Herkes ölümü tadacaktır. Herkes ölümü tadacaktır. Duyduk duymadık denmesin. Sevgili kardeşlerim! Derken de o herkesler bağrışıyorlardı. Oha. Oha. Oha! Yanımdakilerin gözleri uykuluydu sanki. Kulaklarını tıkamışlardı müptezel kelimelere. Nihayet inanmayan birileri çıktı. Birileri duymadı! Diyordum kendime. Burnumdan tuhaf hırıltılar çıkıyordu: Hım hım hum!.. Yanı başımda uyuyan sürtükler inlemeye başladılar bu defa. Kes sesini, dediler. Kesmedim. Kesmeyince suratıma tükürüp gittiler. Ecnebi bir sırıtma aldı yüzümü o anda. Evet, çirkindim, ama kahkahalarım haddinden fazla yakışıklı görünüyordu. Bunun farkındaydım. Sadece farkında olmak bile haz veriyordu şakaklarımdaki aklara. Ellerimi göğe açtım. Beddua etmeye başladım. Çok iyi beddua ettiğimi söylerlerdi hep. Herkes. Herkes gebersin; öyle gebersinler ki lime lime olsunlar. Sodom ve Gomora hasedinden çatlasın diyerek bağırıyordum bir yerlere bakarak. Olmuyordu ama. Bir türlü gebermiyorlardı. Sonra televizyonda Türk’e bir şey olmaz diye KJ geçti vatanperver yerel bir kanal. Medreseden kovulmuş ebeveynler çelik çomak oynuyor utanmadan ve tasavvuf karışmasın şimdilik diyordu magazinci magandalar. Böyle birbirinden alakasız şeylerdi gördüklerim, duyduklarım. Art arda akıyordu programlar, şelaleler. Durmadı hiçbir şey. Politika candır. Felsefedir. Kelime değildir. Bizim hiç değildir, diyenler ekrana doğru koşuyorlardı.
Onlar uluorta çıkınca orayı da terk ettim. Medeni halim çocuk olsaydı diyordum kaldırımda yürürken, ne kaybederdi erkekliğinden babam. Damarımı kesselerdi umurumda olmayacaktı; zaten kanım kırmızı da olsa çirkindim. Benim bu bildiğimi başkaları da biliyordu. Bütün renkler kırmızıydı içimde. Ama bunu bilmiyorlardı. Yeşilin içinde kırmızı başka görünüyordu. Karmaşıklık işime geliyordu. Savaş ilan etseydi birileri. Birileri deprem sonucu taşların altında kalsaydı keşke diyordum. Azalırlardı o zaman. Çoktular çünkü. Sığmıyorlardı kaplarına sanki. Bulundukları kabın şeklini de alamıyorlardı bu yüzden. Sığsaydılar işte o zaman belki kısılırdı sesleri. Bir türlü olmuyordu, beklediğim kıyamet kopmuyordu. Kopsun diye şeytana bile uydum, çaldım, sövdüm, lanet ettim hatta isyan bile ettim, derken bir adam pencereden atladı: Artık yeter!.. Artık yeter!..
Yetmedi.
Ben öyle haykırınca betona çakıldı adam. Betona dokundum, sıcaktı beton. İşaret parmağım yanıktı. Fışkırıyordu kanı. Damlardaki kargalar tetikte bekliyordu. İçime bir kuşku doğunca terk ettim orayı. Kargalar cesedi hemen sardılar. Ben ayrıldığımda adam kımıldamıyordu zaten. Ölümün utanması yoktu sanki kandan. Ayaklarım kana batıyordu. Kan gövdeden akıyordu durmadan. Şırıl Şırıl.
Son dakika:
Bir son dakika daha!
Sel oldu. Yüzlerce kişi öldü. Gene madenler patladı. Gene öldüler.
Haber devam ediyordu. Madenler! Karbon monoksit gardını alıyor sayın izleyenler. Yırtık çorapları ve lastik ayakkabıları siyah kokuyor ölenlerin, sevgili izleyenler.
Kaçıyordum ama kimse sormadı kimliğimi.. Kömür gibiydi sokaklar. Şarkılar susturulmuştu. Bazı şarkılarda kömür geçtiği için inim inim inliyordu meydanlar. Kahpeliğin daniskası değildi de neydi bu? Annem kahpeydi. Diyordum yanımda birileri varmışçasına. Din tacirleri altın suudi bıçaklarıyla tıraş oluyordu elmas aynaların karşısında. Camiler cuma saatinin telaşındaydı. Tıklım tıklımdı ara sokaklar. O esnada kilisede bir rahibe bekâretini feda ederken basılıyordu rahibin kalfası tarafından. Pazardı. Bu sefer emindim. Başka bir gün değildi. Meydanlara çıktım koşa koşa. Sandıklardan geçersiz oylar çıkıyordu. Yani orospuların. Olacak olan şey olmuştu. Oyumun rengini sordu lacivert kravatlı bir adam. Anlamasın diye Ukraynaca küfrettim. Sana ne, dedim. Ne? Dedi. Derken karanlık bir odaya aldılar beni. Birbirimize çok benziyorduk ışıklar kapalıyken. Dövdüler. İyice dövdüler ama. Benzeyen yanlarımız azalıyordu her darbeden sonra. Beyaz tenli kadının gölgesi beliriyordu duvarda. Gülüyordu. Ben de güldüm sonra. Soyunurken bir kadına eşlik edercesine. Elleri bağlı başka kadınlar daha vardı içeride. Sandalyede oturan erkeklerin gözlerini bağlıyorlardı. Kısa bir süre sonra beni bıraktılar. Yorgun düşmüş gibiydiler. Eve geçtim hemen. Banyoya girdim. Su soğuktu. Duvarlar da. Bir hamam böceğine ilişti gözüm o anda. Hıncıma mani olamadım köşeye sıkıştırdım ve ümüğünü sıktım. Ölmedi. Kaçtı.
Giyinmeden kahveye gittim. Bir vatandaş ağırlaştırılmış faizini ödüyordu tefecilere. Boğazına sarılmışlardı. Kahkaha atıyordu. Beni de köşeye sıkıştırdılar, meğer borçluymuşum onlara. Tek metelik yok bende, dedim. En sahici yalanım buydu çünkü. Oysa evde onlarca meteliğim vardı. Var olan bir şeye yok demenin hazzını yaşamak istiyordum, o kadar. Aceleleri vardı o gün. Polisi çağırmışlardı birileri. Bir bildikleri vardır diyerek, orta şekerli bir kahve içtim. Sonra veresiye, dedim. Kahve bol köpüklüydü!.. Köpekler havlıyordu dışarıda. Havlayan köpek ısırdı, dediler lacivert kaputlu içeriye giren kör bir çocuk. Çocuk olma fikrini zihnimden çıkarıp attım. Tiksindim. İçeridekiler tınlamadılar bile. Kör bir adam girdi bu defa kahveye. Adam tanıdık bir surata sahipti ama çıkaramıyordum. Kadına sigara uzatan o kör olmalıydı. Sanırım.
Boş masa yoktu zaten. Boşları alıyordu kahveci sadece. Ayakta dikildi. Kimse yer vermedi. Birden köpek kuduzmuş, dedi o kör adam. Kaçtılar kahvedekiler. Bir iki kişi seyrediyordu benim gibi. Önlerindeki taşlar, kâğıtlar etrafa dağılmıştı. Ağzından beyaz bir sıvı çıkıyordu adamın. Masalar boşalmıştı artık. Öldü! Öldü! diye imama götürdüler. Beyaz. Beyaz bir köpekti onu ısıran. Kahvede kimse kalmamıştı. O körden başka. İkindiye müteakip ancak yıkandı cesedi. Namazı kılındı. Sadece bir kişinin camdan yansıması sızmıştı, o da benimdi. Bendim. Rahmetliyi tanıyordum, ama hakkımı helâl etmedim o yüzden. Tabutu toprağa sürterek taşıyordum. Ölüye şiddet diye küfrettiler ardımda. Karantinaya aldılar camiyi. Dikkat! Çıkamıyordum. Bana bir şey olmaz dedikçe üzerime geldiler. Durdular. Gerçekten bir şey olmuyordu bana. Şaşırıyorlardı. Kuduz olmadığıma seviniyordum bense. Kan. Kan damarlarımda durmuyordu. Tam o sırada delirdi dedikleri bir şair minareden haykırdı. Hakikat bu değildi oysa. Beynimde sığınacak yer arıyordu ses. Unutmamak için üç kere tekrar ettim. ‘’Damar kesildi, kandır akacak. Damar kesildi, kandır akacak!.. Damar kesildi, kandır akacak!’’ Beynimin sığınaklarında çarpışıyormuş gibiydi kelimeler. Camilere koşuşuyorlardı. Çıplak ayaklarla. Ben gitmedim ama. Eve geçtim. Annem babamın koynunda prova yapmaktaydı. Ayıp şeylerdi, ama izliyordum. Her kul bir gün tadacaktı nasılsa. Er ya da geç belasını bulacaktı. Daha fazla kaldıramadım. Çıktım. Duvarın dibinde çiftleşen iki kediye rastladım. Bir mermi duvara çarptıktan sonra önüme düştü. Sarhoş naraları geliyordu kulağıma. Sarhoşların elinde kutsal kitaplar vardı: İncil. Tevrat ve Avesta. Son kitabın adı geçmiyordu. Hayret. Sönüyor muydu yoksa eski alışkanlıklarım?
Ellerini açmış tövbe ediyorlardı. Bıktık. Vallahi de bıktık artık! Diyerek yürüyorlardı sokaklarda. Her şey istediğim gibi ilerliyordu aslında. Bir kadın-anne demek işime gelmiyordu- çocuğunu arıyordu, elinde taş büstüyle. Bir kadının memesi sarkmıştı. İçime bir kurt düştü. Birazdan bir şeyler olacaktı. Herkes kaçışıyordu. Kaçın!. Kaçın!.. Kıçınızı kurtarın!.. Mezarını seven durmasın diye haykıran bir peçeli koşuyordu arka sokaklara doğru…Kaçmadım. Ölümden korktu demesinler diye belki de kaçmadım. Fakat nafile. Şeytan şah damarımdan daha yakınmışçasına bacaklarım titriyordu. Gebersin insanlar. Gebersin hayvanlar. Kör kadınlar. Cinler. Herkes. Ama en çok devletler, diyerek bağırmaya başladım. Yan komşumuz sin kaflı küfürler ediyordu bir başka komşunun kızına. Yorgun düşüyordu ayaklarım. Aziz Hüsam mağarasında bir köşe istedim. Orada kalacaktım bir gece. Ölüler sessiz olsun, dedim garsona telefon deliklerinden. Masada bütün kuşların sütü olsun. Bütün zeytinlerin rengi de kömür gibi olsun, dedim yarın, sonra kapattım telefonu suratına.
Ve gece birden sabaha dönüştü. Kadehler dolmuştu. Kırmızı yumurtalar, köylerin tezeklerini içine çekmiş beyaz bir görüntü çiziyordu. Salonda bir komi intihar etmekle meşguldü. Güldüm. Çatalı boğazına saplayınca daha da güldüm. Daha da. İçmeye devam ediyordum bir yandan. Kan fışkırıyordu damarlarından. Her taraf kanlanıyordu.
Kan: gene kırmızı akıyordu: şıngır mıngır: şarap ve ekmek: ekmek ve kan: kadın ve şarap gibi. Alakasız şeyler. Hepsi birbirinden merdâneydi. Çirkinliğim boğazıma kaçınca durabildim ancak. Sıkılmıştım ferahlıktan. Gene. Kavgaya daldım hemen. Pis bir dayak daha yedim. Dövülmek istiyordum sanki. Küfrettim oturanlara. Kalkın ulan. Bağırın! Ağzıma demir bir yumruk indirdiler. Yüzüme darbe aldıkça köpek dişlerimin şeytanî yanı da bileniyordu sanki. Sinirlerimin harcı depreşiyordu kalp atışlarımın izini takip ederken. Vurun ulan vurun, diye haykırıyordum. Birden arkadan kulağımı ısırdı bir kadın. Boğazımı sıktı, ama gebermedim. Tırnaklarını batırıyordu suratıma. Bir türlü beceremiyordu. Kısmet değildi belki de ona. Ben kolay ölmem zaten dedim. Eve attılar beni. Ayağımın altında bir böcek dolanıyordu. İyice bakınca aynı böcek olduğunu anladım. Köşeye sıkıştırdım tekrar. Sızlamaya başladı, yardım diler gibiydi. Aldım elime. Gözlerimin içine bakıyordu. Başını kapardım.
Geberdi.
Bir süre sonra polisler geldi. Daha önce gelmeyen o polisler. Peşimdeydiler zaten. Ellerim kanlar içindeydi. Kapıyı kırdılar. Bir şey diyemedim. Suratımı yumruklamaya başladılar. Cesedi nereye sakladığımı sordular. Susuyordum. Sustukça darbelerin şiddeti artıyordu. Ceset arka cebimdeydi oysa. Sonra gördüler. Ama dövüyorlardı hâlâ.
Buradayım işte. Haz aldım. Hükmedemedim Sayın Tanrı. Sol çenemdeki diş eksilmesi de zaten bu yüzden. Her şeyi hak ettim. Şeriata adayacak parmak çok bende. Hadi artık son isteğim sorulsun da bitsin.
Suratımı geri istiyorum. Kahroluyor dilimin iç hatları sanki. Leke yok ama dişlerimin arasında merak etmeyin. Kuşku yok. Bulaşmaz. Sakalımın ağarmış kılları cirit atıyor içimde sadece. Böyle oldu işte. Öyle geberttim.
’’2016 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması Mansiyon Ödülü’’