1
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
599
Okunma
BİR TUTAM SOVYET
Gârkilop (Çoraklı) Köyü yaylasının üst tarafına doğru yöneldiler. Kısa bir süre sonra onlara eşlik eden Çoban Mustecat’da ayrıldı.
Tepeye tırmanmaları zor olmuştu. Zirveyle birlikte rüzgâr ve soğuk artmıştı. Beyaza bürünmüş Şavşat’ın yaylalarına son bir kez baktığında içini burukluk sardı Zakir’in. ‘’Annem, canım annem,’’ diyebildi sadece. Gözlerindeki hüznü gören Hemşin arkadaşı omzundan kavradı.
-Üzülme. Darbe olduğunda hiç olmasa sen köyündeydin. Bak, bir gün, daha güçlü döneceğiz Şavşat’a, güzelim Artvin’imize. O gün en güzel günümüz olacak. Ben de Kemalpaşa’yı, köyümü öyle çok özledim ki. Hem dayı oluyorum bu günlerde, belki de olmuşumdur. Biliyor musun, yeğenimin büyüdüğünü, onun abuk subuk konuştuğunu görüp, gülemeyeceğim.
-…
-Köyünün lehçesini ne de güzel konuşuyorsun. Üniversitede İstanbul Türkçesi, burada…
-Buralar Acaristan’ın bir parçası gibidir. Acaralıların, Ahıskalıların lehçesidir. İki Şavşatlı bir araya geldiğimizde kendiliğinden dilimiz kayıyor işte. Sen annemi gör. Dilini hiç değiştirmedi.
-Sen asıl benim annemi görsen, Türkçeyi bile Hemşin ağzıyla konuşuyor.
Aniden yaylayı gözetleyen Maraşlı,
-Bakın! Bakın, kepçe ve arkasında üç tane cemse geliyor yaylaya doğru! Diye bağırdı.
-…
Hepsi, yaylanın alt tarafına, dün akşama kadar saklandıkları ormana doğru baktılar.
-Çok var mı sınıra? Diye sordu Suruç’lu
-Sakin olun, yakalayamazlar. Onlardan en az iki saat öndeyiz. Bir saat sonra da Sovyetlerdeyiz.
-…
Kara saplanan ayakları yürümelerini engellese de hızlandılar. Gürcistan yaylaları bulundukları yerin eteklerinde ve karşı tepelerin yamaçlarında görünmüştü. Ninesinin Ekim Devrimi’nden sonra ’en büyük abim sınırın ötesinde kaldı, dönemedi’ dediği köyünün eski yaylası, Karihisat acaba burası mıydı? Diye geçti bir an içinden.
Hiç yaşam belirtisi yoktu. Köylülerin iz yolu dedikleri sınıra ulaşmalarına az kalmıştı.
&&&
Sonunda Kızıl Ordu askerlerinin elindeydiler.
Türkiye’ye teslim edilmeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı. O gün, gerçekten siyasi kaçak olup olmadıklarını tespit etmek için geç saatlere kadar sorguları yapıldı.
Bu durum ikinci gün de sürdü.
Üçüncü gün Murgullu, Kızıl Ordu askerleriyle konuşmayı denedi. Askerlerden biri Türkiye’den gelen siyasi kaçaklardan birinin Gürcüce bilmesine çok sevindi.
-Bazı akrabalarımız Macağhel’de (Camili) kalmış.
-Türkiye de de böyle hikâyeler çok anlatılır. Savaşlar ne zaman huzur getirmiştir ki insana? Bölünmüş aileler, köyler… Sahi üç gündür buradayız ama sizinkilerin tavrı ne? Anlayamadık daha…
-…
-Sence bizimle ilgili ne karar verirler?
-Emin değilim ama sınır dışı edileceğiniz kesin.
-Sınır dışı mı? Sakın Türkiye’ye gerisin geri yollamasınlar?
-Bilemem, dedi asker.
Üst rütbeli olduğu her halinde belli olan diğer asker konuşmanın olduğundan fazla sürmesine kızgın bir şekilde Rusça bir şeyler söyledi.
-Ne diyor bu ya diye Gürcüce sordu Murgullu.
Az önce Gürcüce konuşan asker çabucak kendini toplayıp kinayeli bir şekilde.
-Konuşmak yasakmış, gitmek zorundayım, diyerek telaşla uzaklaştı.
-Siyasi suçluysak insanız herhalde, diye arkasından bağırdıysa da askerler oralı olmadı. Arkadaşlarına döndü.
Bu sefer alaycı bir şekilde Türkçe ‘’Yasakmış!’’ Diye söylendi kendi kendine.
-Sakin ol! Zazaca konuşsaydın kızmazdı.
Pişkin pişkin güldü Murgul’u.
-Görende seni baba evinde sanır, diye tamamladı sözünü Dersimli aynı pişkinlikle gülerek.
İmerğhevli Murgulluya bakıp gülüyordu. Gürcüce ona
-Adam olmadın gitti, olum kodestesin, kodeste…
Hücrede bulundukları sürede nöbet tutan askerler uyarılmış olacak ki o günden sonra Murgul’unun da İmerğhev’linin de yaptıkları Gürcüce konuşmalar mahkûm, gardiyan düzeyinde kaldı. Hücrenin dışarıdan tek iyi yanı, kışın bu soğuğunda nispeten daha sıcak olmasıydı. Belirsizlik ise hepsi için en zoruydu.
Beşinci gündü. İçlerinden bir diğeri, iki askerin konuşmasına kulak kabarttı. Biraz farklı aksan olsa da ne konuştuklarını anlıyordu. Gürcü arkadaşlarının durumuna düşmemek için bir an tereddüt etti. Köyüne bu kadar yakın ama iki dünya kadar uzakta, demir parmaklıklar arkasında sadece Karadeniz’in en uç noktasındaki nahiyenin köylerinde ve kendi köylüsünün bildiğini zannettiği anadili, Sovyet Gürcistan’ın da konuşuluyordu. Nasıl olurdu?
Şaşkınlığı birkaç dakika sürdü. Merakı ağır bastı. Aynı dille seslendi.
Asker demir parmaklıklara doğru döndü, biraz farklı aksanla cevap vererek yakınına geldiğinde;
-Sen bu dili nereden biliyorsun, diye sordu.
Şaşırma sırası Sovyet askerindeydi.
-Anadilim benim, dedi.
-Anadilin mi?
-Evet!
-Nasıl yani! Anadilinse konuştuğun dil, yani sen, Sovyetlerde hangi halktansın ki?
-Ben Ermeni’yim.
-Ermeni mi?
O an duyduğu cevapla şok oldu. Arkasına döndü, baktı. Onlara nasıl anlatacağını bilemedi. Bazı arkadaşların benzeri söylemlerinde kendisinin gösterdiği tepki aklına geldi. Tuhaf bir duyguya kapılmıştı. Demir parmaklıklardan uzaklaştı. Duvarın köşesine yığıldı kaldı. Bir süre sonra gülüşmeler arasında her şeyi anlatırken,
-Gülmeyin ya, diye kızsa da aslında tanımlayamadığı bir rahatlama da vardı.
-Ulen oğlum, üniversite de biz sana, ‘’bak sen Ermeni’sin, konuştuğun dil Ermenicenin bir lehçesi’’ dediğimizde bize kızıp duruyordun.
-Kızmak ne kelime, bizden daha çok Türklük bile taslıyordun.
-Haaah haah haaah!
-Dalga geçmeyin ya…
-Dalga denizde olur olum!
-Başlarım şimdi ha!
-Kızma! Kızma!
-Kızma yoldaşım amma…
-Aması ne be!
Karadeniz Teknik Üniversitesinde okurken birbirlerine takılır, kızdırırlardı. Hazır ellerine fırsat geçmişti.
-Ulen oğlum, aslını öğrenmen için 12 Eylül darbesi mi olması gerekiyordu?
-…
-Sersefil, neredeyse üç ay kaçak hayatı mı yaşaman gerekiyordu?
-…
-Yetmedi, Sovyet zindanlarına düşmen mi gerekiyordu?
-…
-Yoldaşlarına sen inanma. Nasrettin Hoca boşa dememiş ’’git eşeğin sözüne inan’’ diye, sonra gel aslını Sovyetlerde demir parmaklıklar arkasında öğren.
-Tamam, tamam arkadaşlar, uzatmayın artık! Dedi Zakir ve aynı içtenlikle onu iki eliyle omuzundan kavradı, ayağa kaldırdı, sarıldı, sırtını sıvazladı.
-…
-Ula ne şanlısınız ya. Ben de birini bulsaydım da Lazca konuşabilseydim. Sen ne dersin Tonyali? İstemez miydin?
-Fena olmazdı hani.
-Bir de Egenin Öte yakalısı gibi Tonyalı’mız eksikti.
-Hah ha hah!
-Sen bari yapma toprağum!
-Şaka bir yana baksanıza arkadaşlar; ’’halklar arası gerilla mangası gibiyiz valla.’’
&&&
On gün sonra Gürcü aksanıyla konuşan subay,
-Bir NATO ülkesinin kaçaklarını burada tutamayız, dedi.
-Eyvah, yandık, diye iç geçirdi.
-Ama biz? Biz de sosyalizmi istiyoruz! Bu nasıl iş! Mücadelemiz aynı değil mi?
Çekingen çıkışına Sovyet subayı,
-Merak etmeyin, sizi Türkiye’ye teslim etmeyeceğiz. Hem bize de yakışmaz, deyince biraz olsun rahatladılar.
-Sizin, Orta Doğu’ya gitmenizi sağlayacağız. Yalnız silahlarınızı veremeyiz.
Bir an için İran’daki son gelişmeleri düşündü. Arkadaşlarına şöyle bir baktı. Hepsinin gözlerinde aynı kaygıyı yakaladı sanki. Humeyni rejiminin sol örgütlere tasfiye sureci başlattığını biliyorlardı. İran üzerinden mi serbest bırakacaklardı? O yol ne kadar güvenli olurdu ki? Diye geçti aklından.
-Neden kuzeyden, Batıdan, Avrupa üzerinden değil de…
-Emir böyle! Diye sert bir şekilde sözünü kesti subay.
O gece on bir’inin de bulundukları hücrede tartıştıkları şey, Sovyetlerin tutumuydu.
-Lenin’in sosyalizmi bu mu?
-İkinci Dünya Savaşından sonra tek ülkede sosyalizm yeter tezi işte…
-Revizyonist sapma!
-Siyasi ilticalarımızı kabul edemezlermiş.
-Neyse arkadaşlar bırakın simdi teorik ahkâmları. Bizleri burada tutmayacakları belli. Nasıl olsa sepetleyecekler. Yarın fırsatımız olursa Avrupa üzerinden sınır dışı edilmemizi zorlayalım.
ŞUBAT-2014