14
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1646
Okunma
Hürriyet caddesi, aşağı yukarı zemin katları mağaza olan beşer katlı apartmanlardan oluşmuş. Ben, bu caddenin ortalarında, zemin üstündeki birinci katta oturuyorum. Küçük mağazaların üstündeki evler arka bahçeye, uzayıp giden büyük mağazalarınki de terasa çıkıyor. Yalnız bu teraslardan sadece birinci katlar yararlandığı için kendimi şanslı sayıyorum. Her evin arası insan boyunu aşacak duvarla çevrildiği için kimse kimsenin terasını görmüyor ama bu sadece birinci katlar için geçerli. Üstteki katlar her an istedikleri terası kuşbakışı izleyebiliyor.
Birkaç yıldır oturduğum evi, ev sahibem satacağını söyleyince hemen yan binada boşalan diğer daireye taşındım. Ne tesadüf ki bu ev de dükkân üstü, kocaman terasımdan feragat etmedim. İkinci katın sahibesiyle henüz tanışmadım. Kendisi evde oturmayıp pansiyon olarak kullandığı için ön bahçemizdeki kocaman havuzumuzda turistlerimiz hiç eksik olmuyor. Çoluklu çocuklu kalabalık aileler tutuyor bu evi.
Apartmanımız, arkasında kocaman terası, önünde bir dönümden fazla havuzlu bahçesiyle muhteşem bir şey. Her şey güzel de merdivenler bahçeden birinci kata kadar dışarıdan geniş ve dik olarak yapılmış. Birinci kattan sonra içeriden normal şekilde diğer katlara çıkılıyor.
Gün ortasında terasıma çıkıp güzelce güneşlenmek için duvarın dibindeki şezlonga uzandım. Hem güneşlenip hep etrafı kolaçan ediyordum. İlk gözüme takılan, sol ayağımın başparmağındaki ayak figürü oldu. Bebek ayağı büyüklüğünde kauçuk bir nesneden yapılmıştı bu minik ayak. Onu bana eski bir arkadaşım hediye etmişti. Neden verdiğini bize söylemedi; Ama fikir yürütebilirim, halhalları sevdiğimi bildiği için diyeceğim ama bu bir halhal değil ki. Minik bir ayak işte... Aslında niye verdiğini adım gibi bildiğim halde lâfı döndürüp duruyorum işte. İnsanın dili varmıyor ki pat diye söylesin. Arkadaşımın bacağı dizi üstünden kesilmişti. Sebep, sigara ve şeker hastalığı demişti doktorlar. O da ’Ayağınızın da canınızın da kıymetini bilin ve sigara içmeyin’ demek ister gibi bize yani bütün arkadaşlarına yapay da olsa birer ayak hediye etmişti. Bir çeşit farkındalık yani... Artık farkına vardığıma göre bu nesnenin daha fazla parmağımda yapışık kalmasına gönlüm razı değil. Ayağıma her baktığımda arkadaşımın kesik bacağı gözümde canlanıyor. Onu hızlıca çekip apıştırdığım yerden söküp attım.
Bu Akşam kuvvetli bir fırtına çıkmış, ardından da bardaktan boşalırcasına yağmur yağmıştı. Fırtınanın hasarsız geçtiğini düşünmüştüm ama çıktığım ev ile aramızdaki teras duvarında kocaman bir delik görünce hasarı görmüş oldum. Açılan delikten çıktığım evi çok rahat görebiliyordum. Evin terasa açılan balkon kapıları ve pencere pervazlarını ne ara söktüler bilmiyorum. Sökülmüş, hatta mutfak penceresi sökülürken duvarın yarısı da yıkılmış. Yatak odası olarak kullandığım oda ise yatak, yastık içleri ile doluydu. İrili ufaklı elyaf, pamuk yığınları… Yalnız bu yığınlar karmakarışık değil de yeni çırpılmış yatak gibi kabarık ve muntazam çıkarılmıştı. Terasın köşesinde içinden domates sosları boşaltılmış, yıkanmadan naylon torbalara doldurulup konmuş soda şişeleri vardı. Naylon torbalar yer yer güneşten eriyip yırtılmıştı. Şişelerin bir kısmı yerlerde bir kısmı torbalardaydı. O şişeler de pamuklar da benim değil. Boşalttığım domates şişelerini yıkamadan asla kaldırmadığımı çok iyi biliyorum. Üstelik evden çıkınca güzelce temizleyip anahtarı öyle teslim ettiğimden de emindim.
Delikten baktıkça hayretim giderek artıyordu… Mutfağın duvarına asılmış tunç bir hat yazısı vardı. Yazıya dikkatle bakmama rağmen ne yazdığını okuyamadım. Benimle birlikte biri daha izliyor olmalıydı ki “Dosdoğru ol” diyen bir ses duydum. Yazıya tekrar baktığımda, Arap harfleri ile aşağıdan yukarıya doğru genişleyerek kalp şeklinde ‘Dosdoğru ol’ yazısını ben de okudum. Yazıyı okuyan kim diye sesin geldiği yöne bakınca yan binanın ikinci katında oturan eskiden çalıştığım şirketin teknik müdürünü gördüm. Bu adam yazıyı okumuştu ama sözün aksine dosdoğru bir insan olduğu söylenemezdi. Aldığını buldum sanan, gün geçip gündelik gelsin diyen üçkâğıtçının biriydi. Bu kayıtsız davranışları nedeniyle patronun sabrını taşırdığı için işten bile atılmıştı. Belki durumundan ders çıkarıp dosdoğru olmuştur, kim bilir.
Birden terasta bir kıpırtı başladı, iri yarı bir kadın vücudundan beklenmeyen çeviklikle pamuk yığınlarını karton gibi rulo yaparak taşıyordu. Şişe yığınlarının hemen yanına da hangi arada kömür yığılıp bitmiş anlamadım, çünkü kömürden geriye kapkara bir iz kalmıştı. Diğer dağıntılar gibi kömür de benim değildi. Gerçi ben de kömür yakıyorum ama böyle dökme değil de torbalarda alıyorum.
Evi toparlamaya çalışan kadın, alnının terini silmek için doğrulunca delikten o da beni gördü. Görünce de kırk yıllık tanış gibi yardıma çağırdı. Oysa o kadını ilk görüşümdü. Hangi daireye ne zaman taşındığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Şişeleri gösterip “Bunları da sen alır mısın?” dedi. Zaten şişeleri görünce pisliklerinden içim kalkmıştı. Bir yandan da yardım olsun diye bir şeyler yapmak istiyordum. Ben de uzandığım şezlongdan yan komşuma "Nevin abla, şişeye ihtiyacın var mı?" diye bağırdım. Az sonra Nevin Abla, üzerindeki mavi penye tişörtün uzun kollarını dirseklerine kadar kıvırarak sıvamış, önüne pembe mutfak önlüğü takmış olarak ikimizin terası arasındaki küçük demir kapıdan içeriye girdi. Pembe önlüğüne dağılmış şişeleri toplayıp doldurdu. Ben de daha fazla kayıtsız kalmamak için naylonu sağlam olanlardan kucaklayıp Nevin Ablanın ardı sıra götürdüm. O da domates sosu yapmak için kocaman bir kazanı şişelerle doldurmuş kaynatıyordu. Şişelerin pisliğine bakmadan getirdiklerimi de alıp kazana doldurdu. Bu kadın, bir bardak su içmek için bardağı en az on kez yıkayan biri olmasına rağmen bu pis şişeleri neden aldı aklım mantığım almadı.
Komşularımı kendi pislikleri ile baş başa bırakıp içeriye girdim. Kızım gibi sevdiğim Gamze, dört yaşındaki oğlunu bana emanet edip çarşıya çıkmıştı. Ben de çocuğu salondaki yer minderine yatırıp uyutmuştum. Ben içeriye girince çocuk esneyerek uyandı. Cılız ama çevik bir çocuk olduğu için birden bire dışarı fırladı. Arkasından koşmam nafileydi, çoktan bizim dik merdivenlerin tırabzanına binip kaymıştı bile. Çocuğa bir şey olacak diye ödüm koptu. Neyse ki bir şey olmadan havuzlu bahçemize indi. Havuzun etrafında, içinde turistlerimiz çoluk çocuk eğleniyordu. Birden turistin biri kanalizasyona doğru baktı. Diğerleri de baktı. Sonra çocuklarını aceleyle havuzdan çıkardılar. Onların baktığı yere ben de bakınca kanalizasyondan suların geri teptiğini gördüm. İçlerinden biri; “Belediyeye telefon edeyim” diyerek şezlongun kenarına koyduğu çantasından telefonunu çıkardı. Bana belediyenin numarasını sormadı. Sorsaydı bile bilmiyordum. Bu insanlar buraya gruplar halinde gelip gidiyorlardı ama benim bilmediğim bir numarayı bilmeleri beni cidden şaşırttı. Biraz utandım. Kadın numarayı çevirdikten sonra karşıdaki kişiye olayı bozuk Türkçesi ile anlatamamaktan korktuğu için telefonu, siyah saçlarını küt kestirmiş, orta boylu bir Türk kadına verdi. Kadın, olayı anlatınca telefonu kapatıp turist kadına geri verdi.
Kalabalığın arasından Gamze’nin çocuğunun elinden tutup merdivenleri çıkarken çocuk kulağıma "Zeynep Teyze, annem de ben de seni çok seviyoruz" diye fısıldadı. Sevilmek güzeldi, hele ki bunu bir çocuktan duymak daha da güzeldi.
Çocuğa sımsıkı sarılıp ona sevgimi fiziksel olarak gösterirken düşündüm; Bizim evin oldukça kirli bir arka, kirlenmeye yüz tutmuş bir de ön bahçesi vardı.
Ülkem gibi…
23.01.2016/ Emine UYSAL