15
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1499
Okunma
Her kayıp haberi içimi yakar. Kayıp çok zor bir şeydir ki, vaktiyle bir âşık; Ölüm ver Allah’ım ayrılık verme, diyerek ayrılığın ve kaybın zorluğuna değinmiştir. Ölüm de acı ama bir süre sonra onun artık gelmeyeceğine kendimizi inandırırız. Bu bir çeşit öğrenilmiş çaresizlik gibi ama kaybın yokluğuna ne alışılıyor ne de öğreniliyor.
Bir ömür bulunmasa her kapı çaldığında, her telefon çaldığında acaba o mu demez miyiz? Hele ki anneyseniz… Yakından tanıdığım böyle iki anne var, her ikisi de evlatlarını hayatının baharında henüz on yedi yaşlarındayken kaybetmişti. Çocuklar bir sabah evden okula diye çıkmış bir daha geri dönmemişlerdi. Kimi dedi; Örgüte üye oldu. Kimi dedi; Organ mafyası kaçırdı. Çocukların akıbetinden bir daha haber alınamadı ama annelerin akıbeti hâlâ gözümün önünde. İki anne de aklını yitirdi ve kalan hayatlarını bir meczup gibi yaşadı.
Haberlerde iki akraba çocuğunun kayıp haberini izlerken bir an o çocukların anneleri yerine kendimi koydum ve yıllar önce yaşadığım bir olay dün gibi gözümde canlanıverdi.
Bir yaz gecesiydi. Aylardan temmuz olmalı ki pamuk sulama mevsimiydi çünkü. O zamanlar kızım üç buçuk yaşındaydı. Köyde oturduğumuz için, yapılan her işten biz de ucundan kıyısından nasiplenmiştik. O gün ne iş yaptığımızı pek anımsamıyorum ama mutlaka bir işe gitmişizdir. Yoksa köylük yerde hasta falan olmayınca evde güç kalınır. Gerçi hasta olduğunda da gidersin tarlaya, domates toplayamazsan bile gölgede kasaya dizersin.
Dedim ya, bir temmuz gecesiydi. Oldukça sıcak bir gece annemlerde akşam yemeğini yemiş kızımla birlikte kendi evime gelmiştim. Eşim, pamuk suladığı için gece eve gelmeyecekti. Tahta bahçe kapısını açıp evin avlusuna girdiğimde yatmadan önce tuvalet ihtiyacımı gidermek için bahçedeki tuvalete girerken kızıma da beni beklemesini söylemiştim.
Tuvaletten çıkınca kızım yerinde yoktu. Beni beklemekten sıkılıp içeriye girmiş olabileceğini düşündüm ve koşarak eve girdim. Görünürde kızım yoktu. Yatağın altına, üstüne hatta yüklüğe, elbise dolabına varıncaya kadar baktım. Bulamayınca baktığım yerlere dönüp dönüp tekrardan baktım, diğer odalara ve mutfağa baktım ama kızım yoktu.
Bahçeye çıkıp çiçeklerin arasında, odunların arasında her yerde aradım. Yoktu… Yeniden tuvalete girdim, benden sonra ben görmeden girmiş olabileceğini düşündüm, hatta orda olması için dualar ettim ama yoktu. Tuvaletin küçük deliğine bile baktım. O delikten sığmayacağını bildiğim halde, ümit işte.
Evde olmadığına karar verince tekrardan annemlere doğru koşarak yola çıktım. Köşe başındaki Dayıbaşı Abdullah’ın Kangal köpeğini bile süzmeden koşmama devam ettim. Hâlbuki o köşeye geldiğim de köpekten çekindiğim için bir süre gözetler köpek ortalarda yoksa geçer, varsa ‘Kezban abla, şu köpeğe bi mukayyet oluver de geçelim.’ Derdim.
Annemlere gelince hızlı hızlı evin kapısına vurdum. Büyük bir avlu,( hatta tarla desek daha uygun olur) içindeydi annemlerin evi ve bahçe kapısı yoktu. Kapıyı küçük kız kardeşim açtı. Telaşla ona,’ Sultan buraya geldi mi’ diye sordum. Kardeşim şaşırmıştı. ‘Yok, abla gelmedi’ derken gerisin geri içeriye girip annemleri kaldırmaya gitti. Ben de ardından girdim, sanki kızım onlara görünmeden gelip bir köşeye yatacakmış gibi bir hisle bütün odaları kendi evimi aradığım gibi aradım, ama kızım yoktu.
Bütün ev halkıyla birlikte tekrar koşarak benim eve doğru yola koyulduk. O sıralarda ikinci çocuğuma beş aylık hamileydim ama hamileliğim koşmama engel değildi. Bir an önce kızımı bulup ona sımsıkı sarılmak istiyordum. Sokaktan bir tabur asker geçer gibi çıkardığımız sese konu komşu uyanmış onlarda aramalara katılmışlardı. Eve geldiğimizde ilk baktığım yerlere yeni baştan her birimiz tekrar tekrar baktık. Bakmadığımız bir delik kalmadı. İnsanların kimisi köyün sokaklarına aramak için dağılmış, kimi de kendi aralarında konuşmaya, çocuğun kaçırılmış olabileceğini söylemeye başlamışlardı.
Kızımın kaçırılmış olabilme ihtimalini bile düşünmek istemiyordum. Çocukları kaybolan annelerin durumu gözümde durmadan canlanıyor ben kovuyorum tekrar tekrar geliyordu. O anki çektiğim acıyı hiçbir kelime anlatmaz. İçimden kızgın bir ırmak akıyor, var gücüyle gözlerime hücum ediyordu. Kimileri babasına haber verin derken kimileri de jandarmaya haber vermemiz gerektiğini söylüyordu. Eşimin hangi tarlada olduğunu bilmiyordum. Gittiği tarlayı bana söylemişti ama her hangi bir aksilikten dolayı su kesilirse ters istikamette başka bir tarlaya gitmiş olabilirdi. Hem bizim bulamadığımız çocuğu o nereden bulacaktı. Ona haber verinceye kadar köy kazan biz kepçe kızımı arardık. Arıyorduk da zaten.
Annemin yüzüne baktım, benden farklı değildi. Aman Allah’ım, ne büyük bir acı bu. Kimselere evlat acısı yaşatma ya Rab, diye içimden bildiğim bütün duaları kızımın bulunması için okuyordum.
Ortanca kız kardeşim, aramasını ilk kaybolduğu bölgede yoğunlaştırmıştı. Bahçenin köşesine yığılan sera naylonlarını dikkatle izlerken birden ‘Bakın!’ diye bağırdı. ‘Orada bir kıpırtı var’ dedi. Hâlbuki o naylonları kaç kez karıştırdığımı unuttum. Yoktu. Kardeşimin gösterdiği yöne baktığımızda kızım, esneyerek döndü ve uykusuna devam etti. Uyku sersemliği ile naylon yığının üstüne oturmuş ve üzerinden kayıp duvarla naylon arasında düşmüş. O anki mutluluğumu anlatacak kelime bulamıyorum. Bir atmaca çevikliğiyle naylonları açıp kızımı nasıl kucakladığımı bilemezsiniz. Artık gözyaşlarım yağmur olmuş kızımın yüzünü yıkıyordu.
11.01.2016/Emine UYSAL