2
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1892
Okunma

Sanki içinde bulunduğum koşullara uyum sağlamayı başarabilirsem hayat biraz daha çekilir hale gelecekti. Her sabah uyanmak, insan seline dönüşmüş trenlerle, otobüslerle işe gitmek, saçma bir azınlığın içinde kendine dolanıp durarak akşamı dar etmek ne anlama geliyordu! Akşam olunca yalnızlığına dönmek, eve dönmek, boş duvarlara dönmek beyhude bir çırpınıştı işte.
Önce birer birer, sonra ikişer üçer gittiler. Gitmelerine seyirci kalmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu o an. Kahrolası bir gurur, inanılmayacak derecede ürkütücü bir kibir kaplamıştı ruhumu. İnsanlardan tiksindiğimi düşünüyordum bazen. Çılgınca bir fikirdi bu. Çünkü çoğu zaman onlara muhtaç olduğumu kabullenip kendimi acınacak bir halde buluyordum. Yalnız kalmak için herkesin gitmesini bekledim. Sonra kelimelerin içine attım kendimi.
Yaşamın anlamına kafa yormuyordum artık. Neyi dayatırlarsa onu kabullenip devam ediyordum hayatıma. Sorgulamıyordum. Hatta bir şeylere tutunmam gerektiğini iyi bildiğim için sıkı sıkı sarılıyordum en daniska saçmalıklara. Yolun sonuna yaklaştığını hisseden her insan gibi, en çok da zamanı doldurma çabasıydı yaptıklarım. Bir çıkış kapısı bulsam düşünmeden dalardım.
Haşim Abi sorunumun fazla beklenti içerisinde olmak olduğunu söyledi. Bir sorunumun olduğunu o söyleyince fark ettim. Sorgulamadan yaşamaya o kadar alışmıştım ki, bana doğrulttuğu eleştiriler soğuk duş etkisi yarattı beynimde. Üzerine fazlaca düşülen şeylerin değersiz olduğunu ben de biliyordum. Ama çoğu zaman elinden gelen en mantıksız şeydir bunu yapmak. Çünkü insanlar çoğunlukla en mantıksız olanı yapmayı tercih ederler. Mantıksız olanı yapmak en mantıklı olandır. Yani böyle çelişkiler belki de sadece benim hayatımda vardır.
Mutluluk insanı zehirleyebilir mi sahiden? Yani bu mümkün mü bilmiyorum. İnsan huzurlu olduğunda, o huzur sinsice vücuduna, sonra ruhuna yayılarak onu uçuruma götürebilir mi? Kalbi nasıl kirlenir insanın? Çamura düşmeyen her şey temiz değil midir? Körelir mi vicdanımızın yaşam belirtisi gösteren keskin tarafları?
Mesafelere inanırsak gerçek olurlar. Mesafeler bizi başkalarından değil en çok kendimizden uzaklaştırır aslında. Benim içimi yaran başka bir insanın uzaklaşması değil, benim ondan uzaklaşmış olmam elbette. Hayır ikisi aynı şey değil! İnsanlar gittiğinde bir başınıza kalırsınız ve yalnızlık kahrolası bir serüvendir. Ağlaya ağlaya yürürsünüz boşa giden, boşa geçen günlerle, meçhul bir geleceğe doğru. Gelecek mi bilmezsiniz bile. Birden sesler kesilir, yüzler kaybolur, anılar dahi zamanla yok olur.
Kaldığım yerden devam etmek istiyorum bazı zamanlar. Nerede kaldığımı hatırlamıyorum. Büyük bir bahçenin içerisinde yürüyorum hergün. Büyük ağaçları izliyorum. Büyük gökyüzüne bakıyorum. Her şey büyüdükçe benim can sıkıntım küçülüyor. Ama mutsuzluk sanki derime işlemiş veya içimde bir organmış gibi nefes alıp veriyor. Bahçenin küçük banklarında sessizce oturuyorum. Sakinleşsin istiyorum öfkeli ellerim. Tırnaklarımı kemirmekten yorgunum.
Kimse beni tanımıyor. Tanımalarını da istemiyorum. Tanıdıktan sonra seviyor burada insanlar birbirini. Sevdikten sonra alışmaya, alışınca anlamaya başlıyor. Bir insanı anladıktan sonra her şey tükenmeye başlıyor. Yolun sonuna geldiğinizi biliyorsunuz. İnsanlar gidiyor. Siz kalıyorsunuz.
Dünya kötü bir yer. İnsanlar korkunç derecede yorgun. Dehşet içinde oradan oraya koşturmalarını izliyorum. İşin garip yanı içinde bulunduğum bir sahneye dışarıdan da tanık olmayı başarıyorum. Tiksiniyorum kendimden. Bu düzene uyum sağlamaya çalışan bacaklarımı kesip atmak istiyorum. Umudunu kesmek bilmeyen sabrımdan da iğreniyorum. Bu yozlaşmış aklımdan, bu her şeye aşina gözlerimden, bu sessiz heyecanımdan, kanıksayışlarımdan, standartları kabullenmiş ama kabullenememiş süsü vermiş zihnimden ve kendime ait bulmadığım her hissimden, her tavrımdan iğreniyorum.
İnanmadığı şeyleri yapan insanlardaki çaresiz tiksintiyi iyi bilirim. Girdabına kapılmak istediğimiz en kuvvetli his inançtır çünkü. ’Şimdiden, şimdi ben’ öylece duruyorsam inançsızlıktan.. Her şeye ve herkese..
fulya/ekim2015