3
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1228
Okunma

ESAS KIZ
Ben kırmızı bir yaprağı oynuyordum esas kız olarak
Uçuşuyordum, uçuşmakmış meğer benim anlamım.
Didem Madak
Hava kararmak üzereydi. Güneş olgun bir meyve gibi yuvarlanıp düşecekti birazdan dünyanın öte yanına. Ay görünürde yoktu henüz. Yıldızlar da. Karanlık, bir büyüteç gibi inecekti yeryüzüne. İnip görünür kılacaktı sesleri.
Yeni aldığım kitabımı alıp oturdum penceremin önüne. Karanlık basıncaya kadar sokaktan geçen insanları izleyip, bastıktan sonra kitabımı okuyacaktım.
Rüzgâr gıdıkladıkça ağaçları kıkırdıyordu yapraklar. Arabaların önce ışıkları sonra sesleri, ellerinde fenerleri olan yaramaz çocuklar gibi teklifsizce dalıyordu bahçemizden içeri. Yoldan geçen araçlar arasında kornaya basanlar da vardı, gece bitmeden evine yetişme telaşındayken trafiğe takılıp afakan basanlar da. Dört apartmanın birbirine bitişik otoparklarına giren araçların açılıp kapanan kapıları gümbürdüyordu. Yere misilleme yapan bir uçağın gürültüsü de karışıyordu arada bu gümbürtüye. Seslerle birlikte ışıklar da çoğalıyordu. Pencereler göz göz aydınlanmaya başlamıştı. Kimi sarı, kimi beyaz, çok azı da loştu.
Bu akşam da her şey yolunda görünüyordu. Yolunda olmayan bir tek ben vardım. Ben de yola gelirdim birazdan. Karanlık koyuldukça yakardım içimdeki ışığı. Farkım kalmazdı yıldızlardan ve pencerelerdeki ışıklardan.
“Kadınlar: En Uzun Devrim” adlı kitabımı birkaç sayfa okumuştum ki zil çaldı. Çalmasını beklemediğim için de şaşırttı beni. Zamansız da çalmamıştı üstelik. Üç aşağı beş yukarı bu saatlerde çalınırdı ziller. Bu saatlerde karşılanırdı işlerinden evlerine dönen eşler. Ama ben Vedat’ın bu saatlerde eve gelmesine alışkın değildim. Ya hiç gelmezdi ya da bir arkadaşıyla gelirdi. Gelen oysa belli ki yalnız değildi. Kim bilir hangi devrimci müsveddesi arkadaşını takmıştı peşine. Kendisi yetmezmiş gibi bir de arkadaşını dandinleyecektim bütün gece.
Attığı omuzlar ve tekmelerle hurdaya dönmüştü kapı. Kafamın çok kızdığı geceler açmazdım kapıyı. Kızgın bir boğa gibi kapıyla güreştirirdim onu. Zili çalmasına gerek yoktu. Bir omuz atsa açılıverirdi.
Kitabımın ilk bölümünü bitirip açtım kapıyı. Arkadaşını gece yatısına getiren ergenler gibi mutlu mesuttu bizimki. Zorla getirmişti. Arkadaşının mahçup halinden belliydi bu. Benimle tanışsın istemiş. Koca bir yalan! Beni göstermese arkadaşına çatlar. Göğsünü gere gere gösterecek.
“Trakya’nın en güzel kızını sen almışsın abi,” dedirtecek.
Hep aynı senaryo. Ben bıktım. O bıkmadı. Yaşadıkça da bıkmayacak.
Mahcubiyeti bir türlü geçmiyordu arkadaşının. Gözleri gözlerime değdiği an yanmış gibi çekiyordu. Gözlerime bakamıyor oluşundan mıdır bilmem, etkileniyordum kaçırdığı gözlerinden. Sadece gözleri değil, tavırları, havası bir başkaydı. Hem masum. Hem mahçup. Hem de bu kadar karizmatik nasıl olunur bilemiyordum. Masumiyeti ve mahcubiyetiyle sakladığı hınzırlığı arada bir gösteriyordu kendini. Kaşla göz arasında beni süzerken yakalıyordum onu. Kendimi daha fazla kaptırmamak, ortalığı karıştırmamak için L tipi salonumuzun iç kısmında bıraktım onları. Televizyonun olduğu giriş kısmına oturdum. Gezindim kanalları. Hiçbir program ilgimi çekemedi. İlgim, uçuşan bir mendil misali kaçırdığı toprak rengi gözlerini ince uzun çitler gibi çevreleyen kirpiklerine takılıp kalmıştı.
Çay koymak için mutfağa geçtim. Mutfakla salon arasında küçük bir servis penceresi vardı. Tam kapanmadığı belli olmasın diye açık tutuyordum onu sürekli. Çayı koyduktan sonra yuvarladım gözlerimi oradan salona. Beni izlerken yakaladım onu. Bacaklarım titremeye başladı heyecandan. Nasıl gidecektim içeri? Mutfağın tam karşısındaki küçük tuvalete zar zor attım kendimi. Aynaya baktım. Dişlerimi durdurmazsam yiyip bitireceklerdi dudaklarımı. Gözlerimin içi gülüyordu. Yanaklarım al al olmuş yanıyordu. Bir güzellik çökmüştü ki yüzüme gözüme tanıyamıyordum kendimi.
Derin bir nefes alıp topladım gücümü. Geçip televizyonun karşısındaki koltuğa verdim aldığım nefesi. Türk filmi başlamıştı. Şu eski Yeşilçam filmlerinden biri. Seyredeceğimden değil ama ona doğru yuvarlanmasınlar diye sabitledim gözlerimi. Kulağım onlarda. Yüksel Caddesi’nden çalınan kadın heykeli gibiyim. Dikkatini çekti bu kıpırtısız halim.
“Esas oğlan kim? Gözünü kırpmadan izliyorsun, merak ettim,” dedi.
“Engin Çağlar.” dedim gülerek.
Ayağa kalktı Vedat. Saçını başını düzeltip bir fotomodel gibi pozdan poza soktu kendini.
“Esas oğlanın hası burada. Ama görüyorsun işte arkadaş yüzümüze bakan yok. Bırak şu hayali adamlarını da bize çay getir,” dedi.
Çayı demlemeyi unutmuştum. Geçtim mutfağa. Demledim hemen.
Kalkmamı fırsat bilip televizyonu kapattı Vedat. Kendi gerçeğinin adamlarından birinin cd’sini taktı müzik setine. İçki masasından kalkıp bilgisayar masasına oturacak fırsatı bulamadığından 80’li yıllardan kalma müzik setine yetiyordu ancak zekâsı. Zavallı müzik seti bundan hiç memnun değildi. Bunu sık sık teklemesinden anlıyordum. Üzülüyordum haline. Ayakları olsa tutamazdık onu evde. Gidip atardı kendini evden uzak bir çöplüğe.
Martılar ağlardı çöplüklerde
Biz seninle gülüşürdük
Şehirlere bombalar yağardı her gece
Biz durmadan sevişirdik
Ahmet Kaya’nın sesi kum gibi savruldu müzik setinden salona.
“Çayı boşver. Rakı içelim biz,” deyip mutfağa geldi Vedat. Rakısını ve mezesini alıp salona döndü.
“Esas kız bardak getirir mi acaba bize?” diye laubali bir tavırla seslendi mutfağa.
Sonbahar damlardı damlarımıza
Biz seninle sararırdık
Aydınlansın diye şu kirli yüzler
Biz durmadan savaşırdık
Ahmet Kaya’nın sesi devam ediyordu salona savrulmaya.
Bardakları ve suyu götürdüm.
Biz durmadan savaşırdık. 220 voltu yemediğim için eksiktim ben Vedat’ın gözünde. Aynı acıyı yaşamış arkadaşlarına bağlandığı kadar bağlanamamıştı bana. Gününü de gecesini de 220 voltu yiyen arkadaşlarıyla geçiriyordu. Onlardan birini ikna edip eve getirmedikçe de gelmiyordu eve. Ortak değildi acılarımız. Acılarımız ortak olmayınca sevinçlerimiz de ortak olamıyordu. Başka acıların, başka sevinçlerin insanıydık. Hep savaştık.
İçmeye başlar başlamaz, aynı hamam, aynı tas. Aynı muhabbete başladı hemen. Duymaya tahammül edemiyordum artık.
Hiç mi dinmez acılar? Hiç mi yolu yok dindirmenin? Dindirmek işine gelmiyor hiçbirinin. Acılarından başka övünecek hiçbir marifetleri yok.
O acıların ilacıydık. Aşktık. Devrimdik. İzin vermediniz acılarınızdan sevelim. Sevişelim. Hep savaştık.
Mutfağa geçip çayı termosa doldurdum. İyi geceler deyip yatak odamın yolunu tuttum. Rakısının kokusu midemi nasıl bulandırıyorsa temcit pilavına dönen anlattıkları da beynimi bulandırıyordu. Anlattıklarını devrim sözcüğüyle, halini tavrını devrimci sözcüğüyle bağdaştıramıyordum. Kendini kandırdığı kadar kolay değildi beni kandırmak.
Kitabımı almak için salona döndüğümde beni tekrar görmenin sevinciyle parlayan bir çift gözle buluştu gözlerim.
Vedat hem övünerek hem de yerinerek:
“Kâtip soyundandır bizimki. Bana kızıp kafama fırlatmadıkça elinden kitap düşmez.” dedi.
Gülerek baktı bana arkadaşı. Ben de ona baktım gülerek. Gülerek döndüm yatak odama. Bardağımı çayla doldururken de gülüyordum. Kitabımı elime alınca geçerdi nasılsa. Geçmedi. Okumaya başladım yine aynı. Aynı gülme yapışmış gibi bir türlü bırakmadı yüzümü. Okuyordum ama bir tek sözcük bile girmiyordu aklıma. Gülerken. Bana bakarken. Gözlerini değdirip çekerken. Beni gizli gizli süzerken. Okuduğum her sayfaya yüzünün bir başka hali düşüp güldürüyordu beni.
Rahatım bozulmuştu. Birdenbire ortaya çıkan bu güzeller güzeli adam unuttuğum her şeyi hatırlatmıştı bana. Bedenim çomak sokulmuş arı kovanı gibiydi. Duygularım. Düşüncelerim. Arzularım. Vızır vızır uçuşuyorlardı bedenimden dışarı. Tutmam. Bastırmam. Unutmam. Uyumam mümkünsüzdü.
Kapı açıldı birden:
“Eşofman ver bize. Salonda sabahlayacağız biz. Beni bekleme,” dedi Vedat.
Beklemiyordum zaten. Beklemekten vazgeçeli çok olmuştu onu.
Eşofmanları verdim. Kucaklayıp gitti. Bir süre sonra salona çağırdı beni. Arkadaşının kardeşi evlenecekmiş. Düğünlerine gider miyiz diye sordu.
“O gün gelsin bakarız,” dedim.
Fenerbahçe fanatiği diye sarı lacivert aldığım ve giysin diye arada bir yalvardığım eşofman takımını yine giymemişti. Onu arkadaşına vermişti. Benim aldığım giysilerin içinde benim olmuş gibiydi arkadaşı. Bir yabancı değildi artık. Onu bekleyen boşluğu dolduran eksik bir parçamdı.
Vedat giyse bu kadar yakışır mıydı bilmiyorum. Yakışmazdı meymenetsize. Artık giymese de olurdu. Yalvarmayacaktım. Giymesin diye saklayacaktım üstelik. Yıkamayacaktım da. Her şeyden biraz kalır(1). Arada bir giyip içinde kalanlarla buluşacaktım.
Civardaki horozları ve ezanları dinledikten sonra dalmıştım bir ara. Dalarken de güldüm mü bilmiyorum ama dalarken de gördüm onu. Gülerek yüzüme doğru eğiliyor, gözlerini gözlerimden kaçırmadan dudaklarını tenime değdiriyordu.
Banyomuz ve yatak odamız evin içinden geçip gidilen ayrı bir ev gibiydi. Banyonun önündeki koridordan salona geçilen kapıyı kilitleyip duşa girdim. Tam duştan çıkmak üzereyken kapı yumruklanmaya başladı. Açtım. Vedat’tı. Kolumdan tutup yatak odasına sürükledi beni.
“Sabahın köründe duş almak da nesi? Ya bana her şeyi anlatırsın ya da ben anlattırmayı bilirim sana,”diye bağırıp yatağın üzerine itti beni.
“Nerede o? Nerede?” diye söylenerek açıp kapamaya başladı gardırobun kapaklarını.
“Sabaha kadar beraber olan sendin onunla. Ben nereden bileyim?” dedim.
“Sabaha kadar oturamadım ben. Sızıp kalmışım. Uyandım ki yok salonda. Sabahın köründe duş yapmazdın sen. Neden yaptın? Neden?” diye bağırdı.
Boynundaki damarlar uzun birer solucan gibi şişmişti öfkeden. Nefessiz kalıp susmasa patlayıp fışkıracaklardı etrafa.
Hiçbir şey demedim. Demeye kalktığımda gülmek geliyordu içimden. Bu kadar öfkelenmesinin sebebi de buydu. İçimin güldüğünü görüyordu.
“Susma. Bir şey söyle. Akşamdan beri parlayan gözlerini oydurma bana,” dedi.
220 volttan başka hiçbir şeyin acıtamadığı bir adamı bu kadar acıtmış olmak hoşuma gitmişti.
“Yüzünde güller açıyor. Dağıttıracaksın bana suratını. Elimden bir kaza çıkmadan anlat!” diye bağırarak yapıştı boğazıma.
Kaybedip kendini okkalı bir tokat indirdi suratıma. Ağlamaya başlayınca bıraktı ve salona geçti. Bir süre sonra elinde bir not kağıdıyla döndü.
“Telefon ettiler. Gece inşaatta kalan işçiler birbirine girmiş. Uyandırmaya çalıştım ama uyanmadın. Acilen kaçıyorum. Görüşürüz. Ayrıca eşofmanlarına bayıldım. El koyuyorum.”
“Bu da çaldığınız minarenin kılıfı,” deyip fırlattı notu suratıma.
Ne yediğim tokat. Ne işittiğim sözler. Ne dökülen gözyaşım. Dünya umurumda değildi. Çocukça bir mutluluk içindeydim.
(1/Her şeyden biraz kalır. / Turgut Uyar)
Tante Rosa
Diyor ki:
Erdal Öz: Okurun yazılanla özdeşleşmesi, ustaca yaratılmış, yaşatılmış yeni bir gerçekliğin okurda karşılığını bulması demektir. Bunun hiç de kolay olmadığı kanısındayım.