10
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1268
Okunma


ÇOCUKLUĞU HİÇ BÜYÜMÜYOR İNSANIN
Affan Dede’ye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Cahit Sıtkı Tarancı
...
Yaşlısı, genci, el işlerini yanına almadan şurdan şuraya adım atmazdı eskiden. Kızlar çeyizleri için danteller örüp, kanaviçe işlerdi. Anneler kocalarına ve çocuklarına kazak, hırka ya da yelek örerlerdi kışlık. Daha yaşlı kadınlar ise, torunlarının çeyizlik yemenilerini ve çetiklerini rengarenk iplerle türlü türlü motiflerle süsleyerek örerlerdi. Çabuktu elleri. Bir başlarken görürdük ellerindeki işi, bir dahaki görüşümüzde bitirmiş de dikiyor olurlardı ördüklerini.
Eskiler doktor nedir bilmez, ölüm kapıya dayanmadıkça hastaneye gitmemek için direnirlerdi. Hasta olmayı ayıp, eksiklik, güçsüzlük sayarlardı. Boş durmadıkları için de kolay kolay hastalanmazlardı. Dedeler, evlerin arka bahçelerinde tahtalardan masa, sandalye, merdiven yaparlardı. Artan parçalardan da tekerlekli arabalar yapıp erkek torunlarını sevindirirlerdi. Yazın bağda, bahçede, kışın evde, arka bahçede sürekli üretirdi yaşlılar. Üretir ve hastalanmazdılar.
Dolmuşların son durağının bir önceki köy oluşu köyümüzü göçten koruyan en önemli etkendi. Yabancılara satılan bir kaç araziye yapılan çiftlik evlerindeki bekçiler ve aileleri dışında yabancıya pek rastlanmazdı sokaklarda. Çiftliklerin bahçe duvarları içinde kendi hallerinde yaşarlar, yüz bulamadıkları için yerlilerden uzak dururlardı. Çocukları çiftlikten geliyor diye yerli çocuklar tarafından küçümsenirdi okulda. Tembihli gibi, başları önlerinde geçerlerdi sokaktan. Biri çıkıp da bir suçlamada bulunacak diye. Korkuyla.
Yerli olmadığı halde dışlanmayan, gele gide ahaliden olmuş çingene bir aile vardı o zamanlar. Her bahar gelip köyün arazisine çadır kurarlar, köylülerin bahçelerinde yetiştirdiği sebzelerden, hayvanlarından sağdıkları sütten ve süt ürünlerinden kendilerine de düşenle bolluk içinde yaşarlardı. Kış bastırdı mı da ne var ne yok at arabalarına yükleyip göçmen kuşlar gibi göçüp giderlerdi.
Aşağıki ve yukarıki diye ayrılan iki mahalleden ibaretti köyümüz. Her mahalleye birer tane düşen iki kahvehanesi, iki de bakkal dükkânı vardı. Kız çocuklar belli bir yaşa kadar bakkala gönderilirdi. Göğüsleri sivrilip, azıcık serpildiklerinde kahvehanelerin önlerinden yalnız geçmelerine izin verilmezdi. Bıyıkları terlemeye başlayan erkek çocuklar, yaşlarının dolmasını, kedinin ciğere baktığı gibi, kahvehanelere karşıdan bakarak beklerdi.
Çocuklar her mevsimi sokakta geçirmek için bir bahane bulurlardı oysa. Yazın sıcaktan, kışın soğuktan şikayet etmeden sokağın keyfini çıkarırlardı. Keyiflerini bozan tek şey, onları yardıma çağıran anneleri ya da babaları olurdu. Tadına doyamazlardı sokakta oynadıkları oyunların.
Kızların özenle toplayıp bir araya getirdiği beş taşları, erkeklerin rengarenk misketleri en değerli hazineleriydi. İki kız bir araya gelmeye görsün, taşlar hemen cepten çıkarılır, uygun bir zemine atılıp oyuna başlanırdı.
Erkekler ceplerindeki misketleri birbirine çarparak dolaşırlar, misketlerini yutmak istedikleri rakiplerini coştururlardı.
Baharda kızlı erkekli kırlara yayılırlar, kızlar kendilerine papatyalardan taç yaparken, erkekler de kızların görüş alanında güreşip, kızların gözüne girmeye çalışırlardı. Giremedikçe sinirlenirler, birbirlerine attıkları tekme ve tokatları hafiften kızlara da dokundururlardı.
Yaz sıcaklarında gündüz ağaç gölgelerinde evcilik oynarlar, erkekler küçük birer adam, kızlar küçük birer kadın olmakta hiç zorlanmazdı. Yaşça küçük olanlar, oyun dışı kalmasınlar diye evin çocukları olmaya razı gelir, biraz daha büyüyüp anne baba rolünü oynayacakları günü sabırla beklerdi.
Akşam karanlığı çökmeye başlayıp, ortalık serinleyince kendilerini sokağa atarlardı. Yaz geceleri en büyük eğlenceleri ateş böceği yakalamaktı. Yakalayıp kibrit kutusuna koydukları ateş böceklerini yatmadan önce odalarına salarlar, yanıp sönmelerini izleyerek uykuya dalarlardı.
Sonbaharın tadına doymak için teneffüsler yetmezdi. Okul çıkışı, önlükler çıkarılır çıkarılmaz sokağa koşulur, zilin çalmasıyla yarıda kesilen oyunlar tamamlanırdı. Erkekler arasında çıkan küçük kavgaları yangına körükle gidip büyütenler de olurdu. Kızlar çığlık çığlığa bağrışırken onlar oturur, arkadaşlarının dövüşmesini keyifle izlerdi.
Kar, yolu gözlenen bir misafir gibiydi. Hep akıllarda durur, yağmaya başlar başlamaz ilk müjdeyi veren olmak için can atılırdı. Çok yağardı o zamanlar. Tutar, günlerce kalkmazdı yerden. Boylarından büyük kardan adamlar yapmaya çalışırdı çocuklar. Yapamayanlar, gece oldu mu gidip gizlice yerle bir ederdi yapanlarınkini. Herkes dostunu da düşmanını da bildiğinden, kardanadamı yerle bir edilen, kimi kartopuna tutacağını da bilirdi. Yokuş bir alan belirleyip, karları ayaklarıyla ezerek kayganlaştırdıktan sonra, dedelerinin tahtadan yaptıkları kızaklarla yarışarak kayarlardı. Gururları okşanıncaya kadar kendilerine yalvarttıktan sonra kızları da arkalarına oturtup kaydırırlardı yokuş aşağı.
Büyümenin ilk sancısını, ilk lekelenmesini hepimizden önce yaşayan kuzenimin bütün kızları bir kuytuya çekip neler hissettiğini anlatması dün gibi daha. Nasıl da kıskanmıştık bizden önce büyümesini. En sona kalıp bir türlü tadamadığım o büyüme nasıl da üzmüştü beni. Lise arkadaşlarım korkutup doktora gitmeye bile zorlamışlardı da annemi ikna edememiştim.
"Bana benzemişsin," demişti. "Benim gibi geç lekeleneceksin."
Gün gelip de sevinçle anneme koştuğumda başıma gelen bu yeni durumla nasıl başa çıkacağımı söyleyeceği yerde okkalı bir tokat patlatmıştı sol yanağıma. Ertesi gün arkadaşlarımla paylaşmıştım sevincimi. Kantinde çokoprens yeyip, çay içerek kutlamıştık geç gelen büyümemi.
Kadın ve erkeğe dair sırları kız arkadaşlarımızdan birinin ağabeylerinden aşırdığı dergilerden öğrenmiştik. Çok erkendi. Kadından da erkekten de iğrenmiştik. Annelerimizin ve babalarımızın dergidekiler gibi ahlaksız olmadıklarına, asla böyle şeyler yapmayacaklarına inandırmaya çalışmıştık kendimizi. Yapmadıklarından emin olmak için geceleri kulak kabartmıştık yatak odalarına. Okuldan geldiğim bir gün yatak odasının kapı aralığından annemi öperken görmüştüm babamı. Ağlayarak kaçmıştım dışarı. O gün ikisi de gözümden düşmüştü. İkisi de göründükleri gibi masum değildi.
Gizlice tırmandığımız erik ağaçlarında suçüstü yakalanıp, erikten çok sopa yerdik biz konu komşudan. Hiç acımazlar, neremize rast geleceğini hesaplamadan var güçleriyle vururlardı.
Genç kızların izinsiz gidebildikleri tek yer olduğundan, kovasını, bidonunu, güğümünü kapan çeşme başında alırdı soluğu. Hangi oğlanın hangi kıza göz koyduğu, hangi kızın hangi oğlana gönül düşürdüğü çeşme başı sohbetlerinin en doyulmaz olanıydı. Derdi olan derdini, sırrı olan sırrını çeşmeden akan suyla birlikte dökerdi içinden. Yoldan traktörle geçerken, çeşme başındaki kızları gören delikanlılar su içme bahanesiyle durur, uzun bir el yıkama faslıyla kendilerini izlettikten sonra, bir kaç avuç suyu çenelerinden göğüslerine akıtarak içerlerdi. Tekrar tekrar ıslattıkları elleriyle saçlarını da düzelttikten sonra çekip giderlerdi. Kimin için geldiği bilinmese de, çeşme başındaki kızlardan birinin değişen haleti ruhiyesinden hemen anlaşılırdı. Bir keresinde delikanlılardan biri hızını alamayıp yalağın kenarına atlamış, yalağa akan su borusundan su içmeye çalışırken boylu boyunca uzanmıştı yalağın içindeki suya.
...
Tante Rosa
Diyor ki:
Guy Debord: Yazmayı bilmek için okumayı bilmeli, okumayı bilmek için yaşamayı bilmeli.