10
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1742
Okunma

İlçemizi ile bağlayan ana yolun, denizle yarenlik edebildiği son bölge idi bu alan. Öfkesini sakınmadan sergilemeyi seven Karadeniz’in alabildiğine hoyrat , alabildiğine başına buyruk, alabildiğine heybetli dalgalarının oynaştığı, yol ile deniz arasına sıkışmış daracık bir alandan müteşekkil bu sahile kurulan onlarca çadır, şehrin dar gelirli insanlarına masrafsız tatil yapma imkanı tanırdı bu yörede. Tabi ki bitip tükenmeyen yaz yağmurları ve öfke konusunda sağı solu belli olmayan Karadeniz izin verdiğince...
Memleket dağlık. Düz alan bulmak, nerede ise imkansız gibi. Yöre insanı hastalık derecesinde futbola düşkün. Stat kuracak bir müsait arazi yok. Uzun tartışmalar, atışmalar, adli süreçler sonunda, bu güzel bölgenin doldurulmasına ve şehre yakışır görkemde bir futbol stadyumu yapılmasına karar verildi. Otuz beş yılı bulan meslek hayatımın nihayetinde, Allah, bize de memleketimizde çalışabilme imkanı tanıdı bu sayede. Böylece gurbet ellerin çilesini çekmekten, yabancı kültürlerin ruhumuza bıraktığı hasardan, yabancı coğrafyaların ekonomik , sosyolojik ve biyolojik yıpratıcılığından kurtulduk.
Her sabah yaptığı gibi, paytak paytak yürüyüşü ile, sağa sola sallanarak yaklaşıyor. Pislikten rengi nerede ise belli olmayacak duruma gelmiş baretinin altından sarkmış dalgalı ve sarımtırak saçları, usuldan usula esen Karayelle, aheste aheste dalgalanmakta. Ayağında bir çift eski spor ayakkabı, srtında yakası bağrı dağılmış, sağı solu sökülmüş bir kazak ve turuncu bir iş elbisesi.
Sigaranın kölesi olmuş ve çoktan orijinal rengini kaybederek beyazdan sarıya, hatta kahverengiye yelken açmış dişlerinin tüm çirkinliğini sergileyerek pis pis sırıtıyor ilkin ve ardından;
’Naber şefim?’ diyor. ’Nasıl gidiyi bu sabah işler?’
’İyidir’ diye karşılık veriyorum bakışlarımı vincin tepesindeki ağır parçadan ayırmayarak. ’Sende ne var, ne yok?’
’Ben da iyiyim volla. Çalişip gidiyruk işte. İş çok, para az. Çok çalişup, çok gazanmam lazım.’
’Ne yapacaksın bu kadar parayı?’
’Yetmiyi gazanduğumuz volla. Ancak bakkalın borcini gabatabiliyrum alduğum ilan.’
’Kaç para alıyorsun ayda?’
’1200 TL geçiyi elima.’
’Yetmiyor mu?’
’Yetmiyi. Kira veriyrum, boğazumuz deken, ay sonuni zor getıriyrım volla.’
’Hayat zor.’ diyorum omzuna şefkatle dokunarak. ’Gayretli ve çalışkan olmak gerek.’
’Çalişmak yetmiy volla. Torpilun olmasa, yanduğunun resmidur bu devirde. Boyle ameleluk yapma ilen adam olmak, para birkuturmak zor. Habu böbreğumun birini satmayi düşiniyrum.’
’Saçmalama! Neden satacaksın böbreğini?’
’Kenduma bir ev alacağum.’
’Oğlum, sen manyak mısın? Ev alacağım diye, böbrek satılır mı?’
’Ötekini de sat, sermaye yap bari kendine.’ diye dalga geçiyor çevremizden birileri.
Alışık olmalı ki böyle dalga geçilmeye, bu sataşmalara hiç aldırmadan, küçük, çakır gözlerini sık sık kırpıştırarak olanca ciddiyeti ile devam ediyor anlatmaya:
’Ne yapayim şefım yav? Bi kocagari anam var, o da hastadur. Başka da bakacak kimsesi yok.’
’Başka kardeşin yok mu senin?’
’Bi dene abim var. U da gendini zar zor idare ediyi. Senın anlayacağun, faydasi yoktur bize onun.’
Üç kilometre kadar doğu istikametimizde, denize bir boynuz misali uzanan Trabzon şehrinin , iki ay kadar gecikme ile ziyaretimize ancak Mayıs başlarında gelebilen Mart dumanı etkisi altında, sahile sıkışmış yüksek katlı apartman siluetlerinden oluşan sevimsiz manzarasında ufak bir detaymış gibi gözüken eski bir gecekondu mahallesini gösteriyor misina sallamaktan nasırlaşan ve çatlayan işaret parmağı ile.
Hoorda, Faroz’un güneş görmeyen bi bodrum gatinda yaşaiyruk eğer yaşamak dersan uğa da. U da ev değil, tütün lemleme çukuri .ok yen... O gadar rurubetli. Gocagari anamın diz ağriları kesilmeyi bi turli. Oyle olduğu halde, gene da kiraya yetiştiremiyrum volla. Bi dene eve ihtiyacım vardur.Haule güneş gören, hava alan, rutubeti olmayan ufacuk bi ev alma lazimdur. Ölmeden, gocagari anami azecuk rahat ettirmek istiyrum.’
Sohbetin bu noktasında bir bukle sustu. Kendisi ile biraz önce dalga geçenler, onun hayatının iç burkan gerçeği ile tanışanca, utanma duygusunun etkisi ile, gayri ihtiyari başlarını önlerine eğdiler. Onun, hiç kimseleri gördüğü yok. Yanı başımızda uzanan denizin sakin ufuklarına dalıp gidiyor bakışları. Yaka cebinden bir sigara çıkarıyor, aylardır tıraş görmemiş sakalların adeta esir aldığı dudaklarının bir kanarına maharetle yerleştiriyor. Bir kaç kez çaktığı çakmağın kıvılcımları, hafif hafif esmekte olan Karayelin serinliğinde bir türlü gaz ile öpüşemiyor, sigarayı tutuşturacak alev bir türlü kendini gösteremiyor. Sol elindeki emniyet şeridi yumağını bacaklarının arasına sıkıştırdıktan sonra, rüzgarın önüne avucu ile set çekiyor, ardından da tütünü ateşlemeye muvaffak oluyor. Bir kaç kuvvetli nefes ardından iyice tutuşan sigaradan kesif bir duman yükselirken, etrafa da oldukça sevimsiz bir koku yayılıyor. Açık havada, oksijeni bol bir çevrede olmamıza rağmen rahatsız oluyorum ve belli etmekten de çekinmiyorum.
’Ne sigarasıdır o? Ne kadar pis kokuyor yahu!’
Küçük bir telaş seansı geçiriyor va ardından, kaliteli bir marka kullandığını belli etmek gayesi ile, seri bir hareketle paketi çıkarıp gösteriyor.
’2000 volla. Oyle dandik bir sigara değildur da.’
’Hımmm!... 2000 demek? Günde ne kadar içiyorsun bundan?’
’İki paketi buliy volla.’
’Kaç para paketi peki?’
’Altı lira.’
’Küçük bir hesap yaparsak, ayda tam 360 TL sigaraya veriyorsun. Bak, ev kirası kadar parayı sigaraya yatırıyorsun aslında. Bu sigara illeti, senin böbreğinden daha mı değerli? Üstelik sağlığından da oluyorsun. sana bir şey olursa, annenin hali ne olacak?’
’Ne biliyim abi yav?’
Sakallarından nasibini almamış bölümlerinde hafif bir kızarıklık beliriyor yanaklarının. Mahcubiyetin getirdiği mahzun bir boynu büküş ile,hayatın realitesi ile bir kez daha karşılaşmanın verdiği acıyı tüm benliğinde hissederek, biraz da işin sarpa sarmaya başladığını fark ettiğinden olsa gerek, usuldan usula yanımdan ayrılıyor, kendi iş alanına doğru seğirtiyor. Sallana sallana gidişini seyrederken, ardından gülümsüyorum bu garip genç insanın.
Otuz tonluk parça, yavaş yavaş 45 m yüksekliğindeki yuvasına yerleşmek üzere. Gözlüğümün camlarına seyrek yağmur damlaları düşüyor; çıkarıp, gömleğimin eteği ile kuruluyorum. Gözüm, canları küçük bir emniyet halatının ucuna asılı duran işçilerimde; aklım, saçma sapan düşünceler yumağı içinde yaşayıp giden o serseri oğlanda.
Bir tutam hayat-16.05.2015-Trabzon