5
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1810
Okunma

İki sokak aşağısında oturduğum bir otelin deposunda görevliydim. Kişi başına düşen milli gelirin altında can çekişen asgari ücretin bir hayli üzerindeydi aldığım maaş. Akşam yedi oldu mu işimin başında olurdum. Gene böyle bir gündü işte. Çalışıyordum.
Annem öldü.
Annem ölmeden az önce.
Bir gün annem. Akşam üzeriydi. Soğuktu. Kuzucuğum, diye sevdiği kedisiyle gezintiye çıktı. Fakat nasıl olduysa, kedinin bulunduğu kabın kapağı açılmış ve fırlamış dışarıya. Arabaların siren seslerinden korkmuştu belki de. Kesin bir bilgiye sahip değildik çünkü. Annem de peşinden koşmuş tabii, etrafına hiç bakmadan. O esnada hızla gelen bir araba anneme çarpmış. Vuran kişi kaçmış- korkunun diğer adıdır kaçmak-. Polisler her yerde arıyormuş kaçan kişiyi. Öyle dediler bize. Fazla gürültü çıkmasın diye, polisler de yalan söylerdi bazen. Bunu biliyorduk. İnanmadık biz de o yüzden. O esnada annemi kedinin arkasından koşarken gören bir adam, yardım etmek istemiş ve o da koşmuş arkasından. O yakalayıp getirdi kediyi. Biz ameliyathanenin kapısında dua ederek bekliyorduk. Sanırım kabul edilmemişti dualarımız; annem öldü. Raporda da öyle yazmışlardı. Ümit etmek boşunaydı. Kedi yanımızdaydı. Eve gittik. Adama teşekkür bile etmedik.
Bu olay miladı oldu hayatımızın. Öyle derdi annem yeni bir sona çomak soktuğumuzda. Babam çalışmayı da bıraktı o günden sonra. Eve kapattı kendini. Ben. Bir eli balda bir eli bilmem neyde yaşayarak günümü gün etme telaşıyla oradan oraya tazılar gibi koşardım. Okulu da bıraktım çok sonra. Beklenilen tipik psikolojik travmalar deniliyordu tıpta bunlara. Yuvayı kuran dişi kuş ölmüştü. Gerçekten de bir kuş misali uçup gitmişti hayatımızdan. Teşbihte hata aranmalıydı belki de bu defa; ölen annemdi çünkü. Yuva dağıldı. Tutunamadık. Tutunmayı beceremedik. Bir gün kapı önünde edilen dedikoduların arasında yerini alacaktı belki de bu halimiz: ‘’Ne idiler ne oldular’’. Kim bilir hangi yetimin hakkını yediler de böyle bir iş geldi başlarına’’. Ve daha bir sürü şuursuz laf. Haklılar haksızlar. Kader deyip geçtim. Kaderin varlığını inkâr etmemem gerektiğini düşünüyordum belki de. Fazla da sorgulamadım.
Depoda çalışmama karşın sanıldığı gibi feci halde yorulmuyordum. Kimsenin de bizi denetlediği de yoktu zaten. Kendi halimizde takılıyorduk. Depo her yerde depodur. İşçiler fena halde sinir olurlardı bana. Sevilmiyordum. Neden sevilmediğimi de hiç önemsemedim. Ben de sevmiyordum çünkü onları. Karşılıklı olan işlerde sebep aranmamalıydı. Aslında bu bile bir sebepti mantık çerçevesinde değerlendirilince. İşçi namusludur, işçi gururludur, işçi devrimcidir, gibi cılkı çıkmış sosyolojik terimlere de hiçbir zaman kanım ısınmadı. Alerji yapıyorlardı sanki bünyeme. Takmıyordum.
Bir başka gün.
Otelin patronu Rum’muş. Genel müdür söylemiş. Bana da sonradan birileri söyledi zaten. Öğle yemeğinde kırmızı rujla dudaklarını ifşa eden ve göğüs çatallarının belirgin olsun diye göğüs dekolteli bluzlar giyen resepsiyonistler ve göbekli kocalarından bıkan ütücü kadınlarla aynı masada yemek yiyorduk, aslında yiyişiyorduk. Bazen çok yakışıklı olduğumu, kendimi buralarda heba ettiğimi, senin gibi bir adamın ne işi olabilir gibi ebeveynlerinden ödünç aldıkları öğütücü laflara maruz kalırdım. Onlarla konuşmak-asıl kelime oynaşmak- hoşuma gidiyordu. Neyse ne işte. Depodan sorumlu olmanın en güzel yanlarından biri de buydu. Bütün bunlar depoda gerçekleşirdi. Gözlerden uzak. Herkes yemekteyken. Ölü anlardandı yemek araları çünkü. Bekârdım hem. Müzmin değil Bedbin. Hakkım olanı alıyordum sadece. Hem ruhta açılan yaraları tamir etmek de kadınların üzerinde yoktur. Bu işin erbabıdırlar. İyi geliyordu vakit geçirmek onlarla. Ben de onlara iyi geliyordum.
Bir başka gün daha.
Depodaydık gene bir gün. Gelen malları saydıktan sonra işimiz bitti. Üst üste yığdığım kartonlara ortopedik bir yatak muamelesi göstererek uzandım. Uzanır uzanmaz sızdım. Rüyaların paldır küldür devreye girmesiyle derinleşiyordu uykum.
Bir rüya:
Bir gece. Bütün aile bireyleriyle birlikte bir düğündeyim. Annem, ben ve babam. Sünnet için bütün hazırlıklar tamamlanmış. Doktor usturayı bileyliyordu. Korku gittikçe yanaşıyordu. Gölge gibi. Annem başımı okşuyordu ince, buruşuk, uzun parmaklarıyla.
Uyandım hemen. Öldükten sonra annemi ilk defa görmüştüm rüyamda. Rüyada ölü anneyi görmek neyi kaybetme korkusu taşıdığını temsil eder diye uyku sersemliğiyle cevaplar arıyordum bu soruya. Olacak gibi değildi. Kendime gelmek için kahve içmek istedim. Baktım. Su ısıtıcısının fişi takılı değildi. Vazgeçtim. Üşendim aslında. Uyumak istiyordum. Kartonları düzelttim tekrar. Sağ tarafa uzandım bu sefer. Ne yaptımsa olmadı. Uyuyamadım. Yanımdakiler uyuyorlardı. Bir kişi dışında. O da sigara içiyordu. Bense aklımı meşgul eden detayları anlamaya çalışıyordum. Kahve içmek istedim gene. Bir de konuşmak istiyordum sigara içen kişiyle. Havadan sudan. Sudan sebepler arıyordum konuşmak için. Sebep aranmalı mıydı onu da bilmiyordum. Bir süre sonra bu isteğimden de vazgeçtim. Çıkış saatini bekledim. Konuşmadım kimseyle. Uyumadım da.
O gün.
Eve doğru koşmaya başladım. Çarptığım bazı adamların bana ettikleri terbiyesiz küfürlere ‘’ben de sizin, ben de sizin’’ diyerek kalabalığı jilet gibi yarıyordum. Evin dış kapısı açıktı. Merdivenleri ikişer ikişer çıktım. Kapıyı açtım. Babam antrenin solunda, penceresi boşluğa bakan odada kalıyordu. Sadece bakacaktım kendisine. Kapıyı tıkladım. Kapı açık diye ses verdi. Sigaranın dumanı odanın içinde dans ediyordu adeta. Pas renginde bir koku. Pis. Sigarasını tellendiriyordu. Kül tablasından taşan sigara izmaritleri sehpaya dağılmış bir vaziyetteydi. Saçı darmadağındı. Camı açma zahmetine bile girmemişti. Ayaklarının dibindeki kedi öylece uzanmış duruyordu.
‘’Pist… Pist.’’
Kımıldanmaktan acizdi. Önce sızmış olabileceğini düşündüm. Camı açtım. Gözlerim babamdaydı. Parmaklarının arasındaki sigarayı ağzına götürerek, bırak bir işe yaramaz artık deyince çark ettim. Fazla detaya da gerek yoktu zaten. Acaba, olabilir mi diyorsun sadece. Gene de boğulmuş olamazdı bir kedi. En azından sigara dumanından. En azından babam yapmış olamazdı. Annemin vazgeçmediği at kuyruğu saçına bağladığı siyah lastik toka, boğazındaydı kedinin. Boğulmuştu: Babam boğmuştu. Dışarı çıktım. Kedi kucağımdaydı. Dağılıyordu duman. Dağılıyorduk.