1
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
803
Okunma
Eskiden, yani büyük dedelerimiz zamanında hayat-ölüm iç içeydi. Ne hayat, ölüme galebe çalar ne de ölüm, hayatı bastırırdı. Mezarlıklar şehrin dışında değil, şehrin en güzel yerlerinde, bizatihi yaşamın merkezindeydi. Üstelik etrafı yüksek duvarlarla çevrili de değildi. Sabah evden çıkıldığında görülen ilk yerler, kepenkler dua ile açılırken, bir öğle molasında ve akşam eve dönüşte karşılaşılan yerler hep mezarlıklardı. Kadınların, çocukların pikniğe gider gibi cümbür cemaat gittikleri yerler mezarlıklardı. Yabancı seyyahların en çok ziyaret ettikleri, eserlerinde övgüyle bahsettikleri yerler mezarlıklardı.
Tarih ve kültürden kopmak bu olsa gerek…
Kutsallık, uhrevilik, maneviyat adına ve varsa hayatımızdan söküp attık. Onun yerine sınırsız gezmeyi, tozmayı, eğlenmeyi, doyumsuz yemeyi, içmeyi ikame ettik. Böyle olunca mezarlıklara yol göründü, çünkü onlar bize ölümü hatırlatan en büyük vaizlerdi. Ölüm ise lezzetlerin bir sonu olduğunu akla getiriyordu. Mezarlıklardan boşalan arsalara da AVM’ler, fast foodlar, mağazalar, internet salonları, cep telefonu dükkanları tahtını kurdu. Şimdi onlar fanilik tahtında altın çağını yaşıyor.
Geriye kala kala beş on mezardan ibaret camii hazireleri kalmış. Onlara dahi sahip çıkılamamış; kiminin birer sanat eseri mesabesindeki mezar taşı çalınmış, kiminin mermerleri kırılmış.
Eğer bir gün gezmeler, tozmalar, yemeler, içmeler, eğlenceler, cep telefonları sohbetleri, alış verişler derdinize derman olmaz, sizi tatmin etmezse bir cami haziresine gidin (eğer kaldıysa) ruhlarınızı o mezar taşlarının gölgesinde dinlendirin. Ölümü ve sonsuzluğu hatırlayın. Dünyanın fanilik tahtından inin, saltanatınızı sonsuzluk ve ebediyet üzerine bina edin.