15
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
2377
Okunma


Hasretle, hararetle memleketi yudumladığımız bir Cuma sabahı. Zaman gemisi, çoktan demirini almış kuşluk serinlerinden, günün enginlerine yelken açmış bilmem kaç milyon yıl önce çizilen rotası istikametinde.Hazan mevsiminin mahzun ayı Ekim’in, alışageldiğimiz hüzünlü,puslu, yağmurlu atmosferinden oldukça uzak, bol güneşli, sıcacık, kıpır kıpır, yazdan kalma nefis bir gününü yudumlamaktayız.
Yüce Yaratıcının, yeşilin bin bir çeşidi ve beyaz köpüklerle taçlandırılmış enfes bir lacivertin öpüştüğü müstesna bir koordinata yerleştirdiği bu güzel ilçenin nadiren ağaçlandırılmış dar sokaklarının birinden, insan ve şehir manzaralarının cazibesine kapılmış, yerdeki bir küçük çakıl taşından,serseri uçuşlarla millete uğur boncuğu dağıtmakta olan isal martılara kadar her objeyi en ince detayına kadar irdeleyerek, hatta ve hatta hatıraların huzur veren süzgecinden de geçirerek ilerlemekteyim.
Sağ yanımdaki lüks lokantanın, tavandan tabana uzanan kocaman ve gösterişli pencerelerinin hemen arkasına ,son derece modern bir iç mimari estetiği ile yerleştirilmiş geniş maslara kurulmuş, şık ve temiz giyimli garsonların maharetle sundukları meşhur Akçaabat köftesini ve piyazını,muhtemelen hemen yakındaki fırından kısa bir zaman önce tedarik edilmiş sıcacık Trabzon ekmeğinin nezaretinde mideye indirme çabasındaki karnı ve gözü aç, cebi tok insanların, pişkin, sevimsiz, saygısız hareketlerini süzüyorum göz ucu ile.
Lokantanın giriş kısmına yerleştirilmiş olan kömür ızgarasında cızırdayarak pişmekte olan, yarım yağlı dana eti, bayat ekmek, tuz ve sarımsaktan müteşekkil yöreye özel köfteden yayılan hoş koku, mideleri sadece kurbandan kurbana doğru dürüst et ile tanışan fukara insanların, ilkin burunlarından beyinlerine,sonra da her zaman yarı aç olan midelerine doğru olanca cazibesi ve albenisi ile akıp gitmekte. Tüm bu hazin manzarayı, hayatın acımasız realitesinden bihaber, sadece işkembesini doyurma derdine düşmüş bencil insanların, sınırsız ve şuursuzca tıkınışları tamamlamakta.
Sol yanımda, usuldan usula yaprak dökmeye başlayan genç çınar ağaçlarının, sokağı boydan boya sarıp sarmalayan ve Arnavut kaldırımı parke taşları arasından hoyratça boy vermiş çimler ile oyuna tutuşan gölgeleri arkasında, standart aksesuarları olan arabası, küreği ve süpürgesi ile bir tanıdık yüz... Kasabamızın önemli şahsiyetlerinden biri, Çöpçü Asım... Yaşı, her halde 65-70’i çoktan devirmiştir. Çocukluğumun, gençliğimin Çöpçü Asım’ı kadar dinç, çalışkan ve sinirli hala. Giysileri, delikanlılık çağından bu günlere kadar uzanan hoş bir tertip-düzen içinde, yine ter temiz,yine kılıç keskinliğinde ütülü. Kim bilir, kaç bininci kez süpürmektedir o kaldırım ile yolun birleştiği köşeyi? Kaç bininci kez savuruyordur sigara izmaritlerini yerlere atan sorumsuz insanlar arkasından o meşhur küfrünü ?
Tüm riskleri göze alıyor, yorgun bakışlarını yakaladığım bir zaman aralığında, hafif bir tebessümle süslediğim ve gençliğimin güzel günlerinin hasreti ile şekillendirdiğim mimiklerim eşliğinde başımı öne eğiyorum; usulca, saygıyla selam veriyorum. Benim bu samimi hareketim karşısında süpürme işine az ara veriyor; artık iyice yassılaşmış,dudaklarının sağ alt tarafına zamkla yapıştırılmış gibi asılı duran ve bir kaç soluk sonrasında Asım’ı zehirleme görevini tamamlayacak olan sarma sigarasını, usta bir dil manevrası ile sol tarafa geçirirken, sert ve şüpheli bakışlarla baştan aşağıya süzüyor beni. Ben,’Tamam, okkalı, gün görmemiş bir küfür geliyor şimdi’ diye düşünürken; o, hiç bir şey olmamış gibi başını önüne eğiyor; bordür taşları dibine çöreklenmiş izmarit ordusuna çeviriyor yine bakışlarını; savaş meydanında hünerini sergileyen bir usta silahşör edası ile süpürgesine sarılıyor, kendi dünyasının gizemli atmosferinde öylesine kaybolup gidiyor.
Sonbaharın bu istisnai gününde, her şey inanılmaz güzel. Doğu ufuklarındaki yüksek dağların tepeleriyle sabahın erken saatlerinde vedalaşan ve göğün doruk noktasına doğru hatırı sayılır bir yol kat eden güneş, tek bir bulut kümeciğinin bile gözükmediği gökyüzünün derin maviliğinden, rutubetin tatlı tatlı okşadığı pembemsi tenlere hoş bir sıcaklık öpücüğü sunmakta; bunun nihayeti olarak da, hayatın derin izlerinin hoyratça cirit attığı alınlar,pek alışık olmadıkları bir ter sağanağının şaşkınlığını yaşamakta.
Dudaklarımda, hoş bir heyecanın sevimli tebessümleri gezinmekte. Ellerim ceplerimde, sallana silkene dönüyorum köşesini hükümet konağının. Eskilerde, bu noktada bir küçük bronz çeşme vardı. Leziz ve soğuk suyu ile, yanı başındaki seyyar balıkçıların, yolun karşı tarafına konuşlanan manavların, köylere yolcu taşıyan kamyonet sürücülerinin ve müşterilerinin, fırının, bakkalın, helvacının, velhasıl tüm kasaba halkının hararetini giderir, su ihtiyacına cevap verirdi. Sağa sola koşuşturmaktan bitap düşmüş, ter su içinde kalmış biz haylaz çocukların da...Şimdi, yerinde sevimsiz, siyah renkli kocaman bir baba dikili. Araçların park etmelerine engel olmak gayesi ile arz-ı endam etmekte orada herhalde.30-40 yıl sonra, hatıralarını kaleme alma çabasındaki bir yaşlı yazar, çocukluğunun güzelliklerine hayat vermeye çalışırken, bu köşe ile ilgili nasıl bir cümle kurmak zorunda kalacak, gerçekten merak ediyorum şu anda?
İlçenin, sessiz, sakin, gösterişsiz günlerinden kalma birkaç binadan biri olan hükümet konağının ana girişini oluşturan ve beş-altı basamaktan oluşan geniş merdiveninin hemen bitişiğindeki bir banka ilişiyorum. Eskiden bu mekanda, koca koca çınar ağaçları vardı ve insanlar onların gölgelerinde otururken, dalları arasında cıvıl cıvıl ötüşen serçelerin doyumsuz müziğine de kulak verir; hem kendini, hem de ruhunu dinlendirirdi. Nedendir bilemiyorum; birileri çıkıp kesivermiş o güzelim tarihi ağaçları. Yerlerine ise, muhtemelen ithal menşeli olan enteresan fidanlar dikmişler.Modern bir görünüşe bürünmüş çevre ama,benim gönlümde yeşerttiğim güzelliğini çoktan yitirmiş, hem kel, hem de çıplak bir sevimsizliğin itici realitesinin esaretine düşmüş.
Tapu dairesinde bir emlak işim var. Konu ile yakından ilgili bir dostumla, problemi çözüme kavuşturmak için randevulaştığım bu noktaya, her zaman olduğu gibi yine zamanından erken gelmişim. Birazcık ayak sürüme gerek. Olsun... Benim gibi, beşeri hayatı gözlemleme konusunda takıntısı olan bir insan için bulunmaz bir fırsat bu. Değişik bir karışım kullanılarak, oldukça estetik bir formda dökülen beton bankın oturulacak kısmı, yörede çokça yetişen sarı çamdan mamul ve gerçekten mükemmel verniklenmiş bir ahşap dekorasyonla tamamlanmış durumda. Yerimi yadırgamıyor, bir iki küçük kalça manevrası ile kendimi iyice stabil hale getiriyorum.
Bankın diğer ucunda oldukça yaşlı bir adam...Uzun boylu, zayıf, oldukça dinç gözüken bir ihtiyar delikanlı.Sekiz köşe kasketi, uzun burnu, çıkık elmacık kemikleri, çok kısa kesilmiş ve iyice tenhalaşmış ak saçları, hafifçe kendini gösteren kamburu, uzun ve kemikli parmakları ile tipik yöre insanlarının hayatın finaline yürüyen bir müstesna modeli. Yönü, bulunduğum istikamete dönük vaziyette, bacak bacak üzerine atmış, iyice öne eğilmiş, ceketinin altına giydiği eski yeleğin sol iç kısmındaki bir şeylerle hararetle meşgul olmakta. Oradaki bir kir, ya da sökük dikkatini çekmiş, duruma da canını oldukça sıkmış olmalı. Kendi kendine de bir şeyler mırıldanmakta usuldan. Öyle dalmış gitmiş ki elbisesi ile tutuştuğu güreşe, yanına oturduğumu fark etmedi bile.
-’Selamün Aleyküm dede!...’diyorum yüksek sesle.
-’Aleyküm selam uşağum.’ diye karşılık veriyor biraz irkilerek.
Hem selamı alıyor, hem de bana biraz yer açabilmek için bacaklarını indiriyordu ki; tam o esnada sağ paçama değiveriyor ayakkabısı. Kendinden beklenmeyecek bir çeviklik ile ileri atılıyor, ayakkabısının değdiği yer temizleme çabasına giriyor. Ayağımı çekiyor, yavaşça elini itiyorum.
-Bırak dede! Ayakkabının paçama o kadarcık değmesi ile ne olur ki? Zaten bir şeyler olmadı, kirlenmedi bile.
-Ula,gusura bakma uşağum. Gözlerum da çok eyi görmeyi artuk, ondandur habu aksiluklarum.
Yöreye has, yumuşacık ve oldukça samimi şivesi, müthiş bir muhabbet hevesi uyandırıyor bende, fırsatı kaçırmıyor, biraz daha sokuluyorum ihtiyara.
-Hayrola? Nesi ver gözlerinin? Yaşlılıktan mı, yoksa başka hastalığın mı var?
-Sorma uşağum. İki denesi habu gözlerumden, tam dokuz dene ameliyat geçirdum. Her tarafum yamali bohça gibidur benum. Habu galbum var ya, o da omruni tüketti. Gendi başina çalişamay, pillan çalişabiliy artuk. Yani, yanlişluklan pil bitsa var ya, otomatikman imamın takasinda yer ayirtiyrım kendıma.
-Ooo!... Valla, bana sorarsan oldukça dinç gözüküyorsun sen bunca operasyona rağmen.
-Ne dinci uşağum? Bizim taka su almaya başlayali var ya, epeycene bir sene oldi. Ama, batıramadi işte bi türli dibi deluk dünya habu ander da gaybana gemiyi. Karadeniz’e duşmiş ceviz gabuğu gibi çok yalpa yapayrim ama, dalgalara garişup, yaliya vurmadum daha. Laf aramızda, o gün da çok uzakda değildir gibi geliy baa!
-Allah, gecinden versin. Kaç yaşındasın dede?
-Ne bileyim uşağum? Aklumda senesi mi galdi? Daha doğrisi, bende akıl mi galdi? Bak, habu macurluk vardi ya?
-Evet.
-Hah, işte o macurlukta bizimkiler, Samsun’a gadar gitmişler Urus gavurundab gaçıp. Sonra da, gavur çekildi demişler, onlar da geriye dönmiş, köylerine, evlerine gelmişler yeniden. İşte, o zaman doğurmiş anam beni.
-Hımm!... Ruslar, 1918 Şubat ayında buradan çekildiklerine göre, kaba bir hesapla, 1918 yılının ilkbaharı, ya da yaz mevsiminde doğmuş olmalısın. Demek ki, 96 yaşındasın.
-Bak gördun mi? Okumiş adamın hali başka oliy. Hemen hesapladun yaşimi. Doğridur hesabun. Doksani çoktan devirdum.
-Valla ne yalan söyleyeyim, hiç de doksan altı yaşında gözükmüyorsun. Maaşallah çakı gibisin be dede.
Hoş bir kahkaha savuruyor ve eğilip bir kaç küçük şaplak atıyor dizime.
-Yok uşağum, yok. Vaziyet hiç da görunduği gibi deyildur. Sıkıntiyi, gatlanana sormali.
-Kimi kimsen yok mu senin? Nerede, nasıl yaşıyorsun?
-Olmaz mi? Vardur tabi ki. Tam dört dene uşağım var ama, hiç birinden hayır yoktur habu gocamana. Gelmezler, sormazlar, aramazlar. Haburada bi gariban bubamız var idi; acaba ne ediy, nasil yaşayi, ne yiyi, ne içiyi diye sormazlar. Galbımdan ameliyet oldum, birak ziyaret etmeyi, hiç biri geçmil olsun bile demedi. Bi gelirum olsaydi ayrılmazdiler yanımdan. Fakirluğun gözi çiksun.
-Kötü bir durum. Hiç bir gelirin, emekli maaşın flan yok mu senin?
-Yoktur uşağum. Ben daha on yaşinda iken, bubam guma geturmiş anamın ustune. Onun gışgırtmalari soninda da,okuldan alıp, çoban vermiş beni bubam sürü sahiplerinin yanina. Anam, garibanın biri, sesini çıkaramamış, daş basmiş yüreğine, sabretmiş. Bu kahır ve eziyet altinda, çok zaman yaşiyamadi zaten. Az bir zaman sonra da ölüp gitti kahrindan. Gelip, bubamdur, analuğumdur demiyecek, hepsinin a... goyacadum ama, bi Haci emmi vardi, o engel oldi bağa. ’Yapma uşağum, elini kana bulama. Allah, verur onların cezasını’ dedi. Geberdi gittiler onlar da, cenazelerine bile gitmedum.
-Peki, sonra ne oldu? Başka kimsen yok muydu?
-Bir uvey gız gardaşım var. O da aklini gaçirdi, ihtiyarlar evinde yaşayi. Bakani, gollayani, yardim edeni yok benim gibi.
-Sen, nasıl yaşadın, nasıl geçindin?
-Habu Gutoz köyündenim ben. Bilir mısın Gutoz’i?
-Bilirim. Rumca adıdır o. Yeni adı Korucu.
-Hah işte orasi. Biraz tarla, bir ufak da ev galdi bubamdan bağa. Evlendum, uşağum beşuğum oldi. Rençberluk yaptuk, tütün yetiştirduk, yaşaduk gittik işte yaşayabilduğumuz gadari ile. İki dene kari eskittum. Allah rahmet etsun, ikisi da eyiydiler. Dört dene da uşağum oldi.
-Sonra?
-Sonrasi rezulluk uşağum. Tütün bitti, biz da onunla beraber bittuk. Uşaklar aldi başini gittiler, ben da yalnız kaldum.
-Köyde mi yaşıyorsun şimdi?
-Yok uşağum. Gözlerim görmiyi, bi gelirim da yok. Köydeki ev da yıkıldi zaten. Tavani çokti, naylon attım ustune eşyalarım islanmasın diye. Eşya deduğum da, bir yatak, bir yorgan ha. Arada bir, göturen olursa, gidip galiyrim orada bir-iki akşam.
-Nerede yaşıyorsun peki? Kirada mı oturuyorsun?
-Habu arka sokakta bi yerde. Bir göz oda. Sağ olsun, para almayi benden sahibi. Oracukta yaşayıp gidiyrum işte.
-Nasıl geçiniyorsun, ne yiyip-içiyorsun peki?
-Uşağum, bulabilduğum gadar yeyrum. Goli gomşi yardim ediyi, yiyecek veriyi işte. Aç galduğum zamanlar da az olmayi hani. Ne edelum? Mukadderat budur. Gaderımızde ne var ise, onu yaşamak zorindayuk.
-Zor bir hayat bu dede. Bir çare bulmak gerek. Bir yerlere baş vursaydın.
-Ne bileyim uşağum? Anlamayrım hau deduğun işlerden. Laf aramuzda, el açıp para istemeye de utaniyrum. Dört dene uşağı var, adam aç galdi da dileniyi diyecekler diye gururuma dokuniyi. Taniyanlar arada bir üç beş guruş veriyiler, boğazımdan bir sıcak çorba geçiyi.
O an, bir şeylerin boğazıma düğümlendiği an oluyor. Söz, susmalara düşürdü yolunu, başım önüme, hayatın bu zalim realitesine isyankar küçük bir damla da ayak uçlarıma düşüveriyor. Bu ak saçlı, ak sakallı, uzun boylu, yüreği yanık ihtiyarın, gözlerimden kopup gelen sağnakları görmemesi için, caddeyi boydan boya dolduran kalabalığa çeviriyorum başımı. Derin ve yorgun düşüncelerle boğuşuyor aklım bir süre, öylece dalıp gidiyorum hayatın merhametsizliğine.
Sevimsiz melodisi ile telefonum çalıyor o anda. İsteksizce cebime uzanıyor, karşılık veriyorum. Arayan, emlakçı arkadaşım. ’Acele tapuya gel. Her şeyi hallettim, sadece imza atman gerekli’ diyor. Mecburen ayrılıyorum, ufacık bir zaman aralığında hayatının acı realitesini paylaştığım ihtiyarın yanından. Gitmeden önce de, bir miktar parayı ceketinin cebine sıkıştırıveriyorum.
-Bu günkü çorba paran da benden olsun dede. Kal sağlıcakla.
Başını kaldırıp, o ana kadar dikkatimi çekmeyen deniz mavisi gözlerini bakışlarıma kilitliyor. Hayatın tüm acılarını, sıkıntılarını, yorgunluklarını kucağında biriktirmiş ve Karedeniz ufuklarından, Karayel’in hoyrat esişlerine kapılıp gelen gri bulutlar gibiydi mahcup bakışları.
-’Sağ ol uşağum. Allah, senden razı olsun. Tuttuğuni altun etsun.’ iyor alçak bir ses tonu ile.
Tapu dairesinde işimizi bitirip çıktığımızda, gözüm ihtiyarı arıyor yine. Sohbet ettiğimiz bankta başka insanlar sohbette şimdi. Öyle dikilip bakıyorum oturduğu yere bir süre. Yüreğimde ince bir sızı, bakışlarımda hayat realitesinin üşüten gölgeleri gezinmekte. ’Bir köşede, sıcacık bir çorba ile hem midesini, hem de hayatını ısıtıyordur’ diye düşünüyorum. Çocukluğumun ve gençliğimin ölümsüz anıları ile dop dolu sokakların sıkışık kalabalığında kaybolup gidiyorum.
Bir tutam hayat-16.10.2014-Trabzon