23
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
2470
Okunma


Çocuğum yeni doğmuş, bir-iki aylık ufacık bir şey. Kendi ufacık ama, sesi maşallah hiç de öyle ufacık tefecik çıkmıyor hani. Bir ağlamaya başladı mı, yandı babam keten helva, o gece kesin uyku yoktur artık bizlere.
Uykusuz geçen sayısız gecenin birindeydi. Gündüzleri mışıl mışıl uyuyan, ama karanlık çöktüğünde canavar kesilen iki aylık kızım, Allah yarattı demiyor, sesinin en yüksek perdesinden yatak odası konseri vermeye devam ediyordu. Fabrikada işler yoğun, problemler fazla, yorgunluk had safhada. Öyle devlet memurlarına ağır gelen sekiz saatlik zaman dilimi değil ha, en az on dört saat aralıksız çalışmaktayım. Evime nerede ise sadece uyumak, az buçuk da dinlenmek için gelmekteyim ama, ne mümkün o hazzı tadabilmek? Benim kızın seri konserleri, aralıksız her gece olanca ihtişamı ile devam etmekte.
Baktım olacak gibi değil, yastığı-yoganı kaptığım gibi salondaki kanepeye attım kendimi. Bütün sorumluluğu gariban eşime yükledim, ’Bari çocuk uyuduğu zamanlarda sen de uyursun.’ diyerekten . Doğal olarak,her ikimizin de çocuk yetiştirme konusunda en küçük bilgiye sahip değiliz. Gurbet elin gariban, kendi halinde insanlarıyız; danışacak, yardım alacak, yol gösterecek bir büyüğümüz de bulunmamakta yanımızda. Çaresiz kalınca, koca koca kitaplar aldık, okuyup okuyup çocuk yetiştirmeye çalışıyoruz. Halimiz tek kelime ile perişan yani.
Eşim, gece sabahlara kadar miniğin sunduğu konseri dinliyor mecburen, sabah erkenden de kalkıp, bana kahvaltı hazırlıyor. Zaten ufak-tefek bir yapısı var, yorgunluktan iyice zayıflamış, hasta olup, yataklara düşmesi an meselesi. ’Şu çocuk biraz palazlanana, uykuları düzene girene kadar kahvaltı hazırlamak için kalkma; ben bir yolunu bulur, idare ederim bir şeyler.’ dedim kendisine. Çok sevindi, teşekkür etti. Artık, sabahları usulca kalkıyor, ayak uçlarıma basarak evden dışarıya süzülüyordum kimse rahatsız olmasın diye. Açlıktan guruldayan midemin sesi mi? Zamanla o da alıştı sessiz kalmaya. O günden sonra, hiç bir sabah evimde şöyle leziz bir kahvaltı edemedim çalışma günlerinde inanın. O, geceleri şarkı söylemeyi seven kızım var ya, geçenlerde yirmi yedi yaşına bastı. Eşim mi? O hala dinlenmesine devam ediyor.
...
Bu sabah kahvaltısı yapmama alışkanlığım, önünde dikilip, iş yerine ulaşımımı sağlaya servisi beklediğim pide fırını sayesinde, inanılmaz güzel ve leziz bir ziyafete dönüşmüştü o günlerde. İlçenin ana caddesi üzerinde yer alan ve sabahın erken saatlerinde mesaiye başlayan bu küçük pide fırını, alel acele işlerine koşuşturan insanlar için vazgeçilmez bir uğrak yeri niteliğindeydi. Bir de, yöreye has leziz yeşil zeytinleri bu sıcacık pideye katık ediyorsanız, tadını yıllarca unutamayacağınız bir güzellik ile tanışıyordu damağınız.
İşte o küçük fırının önünde dikilmiş, elimdeki sıcacık pideden kopardığım lokmaları aheste aheste ve büyük bir zevkle mideye indirirken tanıdım Adil’i. Hemen fırının bitişiğindeki beyaz eşya mağazasının ön kısmındaki alçak basamağa, kıçı üşümesin diye iliştirdiği bir karton parçasının üzerine oturmuş, zeytin çekirdeğinden yapılan otuz üçlük tespihini, zayıf-kemikli parmaklarının arasında maharetle gezdirmekle meşguldü. Sağ bacağı üzerine attığı sol dizine her iki eli ile iyice sarılmış, zayıf vücudunu da üzerine abanmış, öylece sessiz sakin durmakta. Üst üste attığı cılız ve yara bere içindeki bacakları, paçaları iyice kısalmış buruşuk pantolonunun ardından tüm çıplaklığı ile açığa çıkmış; değişik renkteki çorapları ile yırtılmaya yüz tutmuş ayakkabıları, bu mahzun tabloyu tamamlayan son argümanlar olarak sahneden yerlerini almışlardı.
Zayıf ve uzun çehresini sarıp sarmalayan ve yer yer kırlaşmış kirli sakalı, iyice eskimiş ama tertemiz gözüken giysileri, dudaklarından hiç bir zaman eksik etmediği mahzun tebessümü ve çileli hayatının her anından bir tutam mutluluk derleyebilme gayretindeki yorgun bakışları ile dikkatimi çekmişti. Bir de, elimdeki sıcacık pideden yükselen buram buram buhara odaklanışı...
Önceki günlerde de hep orada mıydı bilemiyorum. Belki de her sabah, fırının yanındaki elektrik direğine sırtımı yaslayıp, beyaz kağıda sarılan sıcacık pide ile kendime çektiğim ziyafete o da bakışlarıyla ortak oluyordu ama, bir şekilde benim ilgimi çekmeyi başaramamıştı. İşte bu gün, ağzımı açmış, buharı tütmekte olan lokmayı tam afiyetle götürecekken, Adil’in elimdeki güzelliğe asılı kalan bakışları ile karşılaştım. Lokmayı ağzıma attım, çiğnemeye başladım ama, yutmak mümkün olmadı maalesef. Yani orada, tam karşımda, karnı aç bir garip adam mevcutken, üstelik de tüm varlığı ile benim sıcacık ekmeğimin içine düşmüşken, benim boğazımdan nasıl geçer de, bir yerlere takılı kalmadan mideme iner o lokmalar?
Yanına seğirttim hemen. Ekmeğin yarısını kopardım, ağzımdakilerin elverdiği ölçüde tebessüm ederek ona uzattım. İnanılmaz bir masumlukla gözlerime baktı önce, sonra da ürkekçe pideye uzandı. Nazik bir dille de teşekkür etti ama, o an ne dediğini anlayamamıştım. Konuşma problemi vardı Adil’in.
-Şağ ol.
-Sen de sağ ol.
Hem pideyi afiyetle yemekte, hem de ilçenin tek ana caddesinin batı ufkunu dikizlemekteydi büyük bir dikkatle. Şöyle bir göz gezdirdim baktığı tarafa çaktırmadan, dikkat çekici bir duruma rastlayamadım. Her zamanki gibi, ilçenin sakinleri sabah işe yetişme telaşındalar. Hemen karşımızdan kakmakta olan Adana ve İskenderun servisleri önünde biriken insanlarda, araçlarda yer kapabilme hareketliliği ve gayreti var.
Ben böyle insan manzaralarını incelerken, Adil birden bir heyecanla yerinden fırladı, ona göre seri adımlarla ana caddenin karşısına doğru yöneldi. İşte o an, ayaklarındaki yaraların sebebini anladım. Adil, yürüme özürlüydü aynı zamanda. Yürürken yardımcı bir aksesuar kullanmasa da, her iki ayağı da sakattı Adil’in. Dizleri kırık bir şekilde, yarım daireler çizerek adım atabiliyordu ancak. Oldukça zahmet çekiyor, sağa sola çarparak ayaklarını yaralıyordu ama, kimseye muhtaç olmadan hareket edebiliyordu bir şekilde işte.
Arabalar vızır vızır geçmekte, sürücülerin mahmurluğu, yaptıkları saçma sapan ve tehlikeli manevralarla kendini göstermekte. Adil’in hiç bir şeyi salladığı yok, sağa-sola bakmadan, bodoslama caddeye dalıyor, sallana-silkene karşıya geçmeye başlıyor. Alıyor mu beni bir telaş? Fukaraya şimdi biri çarpacak, ölüp gidecek pisi pisine. Ama, olayın aslının hiç de benim düşündüğüm gibi olmadığını, az sonra şahit olacağım manzara ile idrak ediyorum. Adil’i tanımayan yok bu coğrafyada. Caddeye ayağını atar atmaz, hala sabah uykusunun sevimliliğinden kendini kurtaramamış sürücüler anında ayılıyorlar, bütün trafik otomatikman olduğu yerde çakılıyor, Adil’in geçişi bittiğinde tekrar normale dönüyor hayat.
Çok şükür! Bir problem çıkmadan geçti caddeyi, karşıki kaldırımda kendini sağlama aldı. Şimdi, aklıma takılan soruya cevap bulma zamanı. Neden her türlü tehlikeyi göze alıp, apar topar caddenin vızır vızır çalışan trafiğinin ortasına attı bu engelli adam kendini? Bu kadar heyecanlanmasının sebebi nedir?
Çok geçmeden olayın realitesi tüm çıplaklığı ile ortaya dökülüyor. Yirmi beş yaşlarında, orta boylu, esmer, balık etinde bir güzel kız, kısa ve seri adımlarla yaklaşıyor kahramanımızın bulunduğu yere. Belli ki o da, işine yetişmek gayreti ile hızlıca akıp gitmekte karşıki kaldırımdan. Adil, yaya yolunun tam ortasına dikilmiş, ağzı kulaklarında, gelen geçeni engellediğin aldırmadan öylece dikilmekte. Onu gördüğünde, hoş bir tebessüm esintisi beliriyor dudaklarında genç kızın. Önceden tanıştıkları bes belli. Zaten Adil’i tanımayan mı var o bölgede?
Kısacık bir konuşma geçiyor aralarında, tebessümlerini yitirmeden uzaklaşıp gidiyor genç kız. Öylece dikilip, bir müddet arkasından bakıyor Adil. Sonra da, mutluluğun en tatlı mimikleri rehberliğinde, yine sağına soluna bakmadan caddeye dalıyor, tüm dünyada ondan başkası yaşamıyormuş misali bir rahatlık ve serbestlik içinde, demin kalktığı kaldırımdaki yerini alıyor yeniden. Böylece anlıyoruz ki, Adil’in de bir kara sevdası mevcuttur.
Ondan sonraki her gün Adil ile karşılaştım aynı yerde, ekmeğimi bölüştüm, hoş sohbetler ettim. Sohbet dediğim de, bir kaç kelimeden ibaret aslında.
-Merhaba Adil.
-Meraba.
-Nasılsın bu gün?
-İyi. Şen naşılşın?
-Ben de iyiyim. Hadi al! Pideyi bölüşelim yine seninle bu gün.
-Şağ ol.
İşte, içinde Adil’i ve onun gibi nice ilginç kişiliği barındıran bu küçük ilçeyi, Adana havaalanına yetişebilmek için, otobanda son sürat yol alırken göstermişti bir dostum uzun yıllar önce bana. Gavur Dağlarının güney eteklerine kurulu, yeşillikler arasında kaybolmuş bir sakin köşe. Hiç bir yüksek binanın olmadığı bu yerleşim alanı, bir ilçeden ziyade, büyükçe bir Anadolu köyü hissi uyandırmıştı o zamanlar bende.
Yoğun mandalina- portakal bahçelerinin, yaz-kış hiç sırtından çıkarmadıkları yeşil paltoları dışında, ilgimi çekecek başka bir yönü de olmamıştı doğrusu. Hemen yanı başında yer alan ve tarihin hangi devrinde aktif hale geçtiği bilinmeyen volkanik yapının, ta İskenderun Körfezi sahillerine kadar olan yaklaşık on kilometre uzunluk ve bir kilometre genişlikteki alanı, bu gün bile asla tarım yapılamayacak şekilde lav ile kaplaması daha çok ilgimi çekmişti.
O günlerde nereden bilebilirdim yıllar sonra yolumun bu güzel ilçeye düşeceğini, beş koca yıl havasını soluyacağımı, suyunu içeceğimi, ekmeğini yiyeceğimi? Hayatımın, belki de en sakin, en huzurlu, en unutulmaz günlerini burada yaşayacağımı...
Ankara’da, hem de Çukurambar gibi merkezi bir semtinde altı yıl yaşadıktan sonra, oldukça zor geldi aileme bu küçük, mütevazi ilçeye taşınmak. Büyük şehrin nimetlerine, hastanelerine, eğlence ve alışveriş merkezlerine, okullarına, memlekete ile olan ulaşım kolaylığına alışmışız. Oysa burada, Akdeniz Bölgesinin doğu eteklerine yaslanan bu uzak coğrafyada, her şey, her manzara ne kadar uzak, ne kadar yabancı gözüküyordu şaşkın bakışlarımıza.
Şehir levhasında nüfusu 30 000 gözükmekte ama, ortalıkta ne doğru dürüst bir cadde, ne de kendini gösteren eli yüzü düzgün bir bina var. Tek katlı, mütevazi dükkanların sarıp sarmaladığı ve birbirini dik kesen iki dar cadde. Budur diyebileceğimiz, en azından alışveriş konusunda sıkıntı çekmeyeceğimiz bir market dahi gözükmüyor çevrede. Marketi geçtim, somun ekmek alabileceğimiz bir fırın bile bulmak nerede ise imkansız. Bir Trabzonlu, meşhur Trabzon ekmeğinin lezzetine vakıf biri olarak,Ankara’nın içi boş, şişirilmiş ekmeklerini yemekten gına gelmişti gerçi, o nedenle bu fırın meselesi çok canımızı sıkmadı. Bir yolla nasılsa karnımızı doyururuz diye düşündük. Bura insanları aç yaşamıyorlar ya. Üstelik, bu yöre mutfağının çok zengin olduğunu bilen insanlarız. Gaziantep’te, üç-dört yıl yaşamışlığımız var sonuçta.
Sosyal hayatın, nerede ise sıfır seviyede olduğu bu küçük ilçeye yerleştiğimizden dolayı, epeyce bir süre fırça yedim kızlarımdan ve eşimden. Oğlum, ilkokul birinci sınıfta. Ankara’da, doğru dürüst arkadaş çevresi yoktu, inşallah burada olur diye düşünüyorum ama, garibim çok mücadeleler vermek zorunda kaldı bu konuda gerçekten. Ancak, altıncı sınıfın sömestresinde oradan ayrılırken, aralarına girmek için çok çabalar sarf ettiği arkadaşlarından her biri, inanılmaz göz yaşları döküyordu arkasından. Hatta ufaklığın biri, babasına dert yanmış bir akşam;’ Baba, ağabeylerim neden bırakıp gidiyorlar bizi? Hani, onlara her yer Trabzon’du? Madem öyle, neden Trabzon’a gidiyorlar?’diye. Çok üzülmüştü bunu duyunca. Hepimiz üzülmüştük ama, kader bazen ayrılık yazıyor işte alın yazınıza, duramıyorsunuz. Küçük yerlerin dostlukları bir başka güzel, bir başka sıcak oluyor.
Yaklaşık yirmi kilometre kadar uzaktaydı iş yerim ve yakınlardaki ilçeden kalkan servis aracına, iki ana caddenin kesiştiği köşeden binmem gerekiyordu. İlk günlerde biraz güçlük çektim, aracı kaçırdım, geç kaldığında telaşlara düştüm. Zaman ilerleyip de duruma alıştığımda, bu sabah servis bekleme olayı, gerçekten son derece zevkli ve enteresan bir portre çizmeye başladı bakışlarıma. Yani, bu kadar sakin bir yerleşim yerinde, bu kadar renkli olsun insanların yaşantıları... Ya da, bizim dikkatimize, ilgimize, duygularımıza takılsınlar... Gerçek buydu ve Adil, bu enteresan insanların sadece bir tanesi idi.
Aradan bir kaç yıl geçti. Portakal çiçeklerinin açtığı güzel bir Nisan sabahı, senelik izinden dönmüş, ilçe sakinlerinin alışageldikleri ve artık yadırgamadıkları noktaya dikilmiş, hem pidemi mideye indirmekle, hem de tüm atmosferi saran nefis portakal çiçeği kokusunu doya doya solumakla meşgulüm. Yani, kos koca bir coğrafya parçasının, her zerresine, her noktasına, her ortamına yayılmış nefis bir koku. Tuvaletinizde bile çiçek kokuları arasında işinizi görmektesiniz. O derece hoş bir durum.
Sağa sola bakıyorum, Adil görünürlerde yok. Her halde bir işi çıkmıştır, ya da göz kulak olduğu ve bunun karşılığında cüzi bir ücret aldığı tüpçü dükkanı sahibince bir yerlere gönderilmiştir diye düşünüyorum. O günkü pideme ortak olamıyor, tamamını kendim yemek zorunda kalıyorum.
Adil, ertesi gün de ortalarda gözükmüyor, bir sonraki gün de. Sabrediyorum, nasıl olsa çıkar gelir ümidini yeşertiyorum içimden. Bir hafta doluyor artık, Adil gelmiyor. Yer yarılmış, içine girmiş. Her gün, onu ilk gördüğüm kaldırımda oturmakta, onu beklemekteyim. Lokmalar da boğazımdan geçmiyor artık o olmayınca, sıcak pide soğuyup gidiyor elimde. Öyle alışmışım Adil’in kısacık sabah sohbetlerine, tebessümler eşliğinde yediği sıcacık pide manzaralarına. Dayanamıyorum artık, fırıncıya soruyorum;
-Hasan usta!
-Buyur abi.
-Şu bizim Adil. Bir haftadır yok piyasada. Arıyorum, tarıyorum, yolunu gözlüyorum ama gelmiyor artık sabahları. Hayrola? Ne oldu?İşten mi ayrıldı? Nerelerdedir?
Bu sorum karşısında biraz şaşırıyor fırıncı Hasan. Önce ne diyeceğini, söze nereden başlayacağını bilemiyor. Fırın küreğinin sapını kavrıyor, pişmekte olan pideleri çeviriyor maharetle. Pişmiş olanları da tezgaha doğru fırlatıyor. Hasan ustanın bakışları uzak köşelerde, ağzında ise tek kelam yok. Benim aklımda ise, milyonlarca soru işaretleri gezinmekte. Bir soluk almak için duruyor, ensesindeki kirli mendil ile alnında biriken terleri kuruluyor. Artık kaçacak, ya da sıvışacak bir yer kalmamış, mecburen bana çeviriyor hüzünlü bakışlarını.
-Senin haberin yok mu abi?
-Ne haberi? Hayrola, ne oldu?
-Adil. İki hafta kadar önce araba çarptı Adil’e bir sabah burada. O esmer kız için karşıya geçerken yine. Kurtaramadılar, sevdiği uğruna öldü gitti garibim.
Başımdan aşağıya sıcak sular döküldü o an sanki. Fırının bir köşesine yığılıvermişim. İyi yürekli dostumun değil cenazesine katılmak, öldüğünden bile haberim olmamış. Müthiş moralim bozuldu, üzüntü dediğimiz sevimsiz duygunun, sonu olmayan karanlık dehlizlerinde kaybolup gitmişim uzun süre.
O günden sonra bir daha o köşede servisimi beklemedim. Güzergahını değiştirip, ilçenin başka bir caddesinden geçmesini sağladım. Sabah pidesi mi? Aç kalmayı, Adil’siz bir pide ziyafetine tercih etim.
Ne zaman bir pide yemeye kalksam şimdilerde, lokmamı bölüştüğüm o sevimli insan gelir hep aklıma.
Allah, rahmet etsin. Mekanını Cennet kılsın.
Bir tutam hayat-30.09.2014-Azerbaycan