22
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
2867
Okunma


Dünyanın gündemini takip etme, irdeleme, yorumlama merakımız olmasa gerek ki, güncel konularda yazı kaleme alma becerimizi pek geliştiremedik bu güne kadar. Edebiyat Defterinin bu müstesna sayfalarında yazı yazan öyle değerli üstatlar mevcut ki, herhangi bir olayın kamu oyunun vitrinine düşüşü ile eş zamanlı olarak, durumun oldukça enteresan bir yansımasını, alışageldiğimiz güzel üslupları ile süsleyerek, biz kalem dostlarının beğenisine sunabiliyorlar. Çok güzel ve imrenilecek bir yetenek bu. Her birini ilgi ile takip etmekteyiz.
Anadolu’nun hücra bir köşesinde, küçük bir köy ilk okulunun sakin atmosferinde kendi halinde yaşayan, hayalleri ve idealleri peşinde tükenmeyen bir enerji ile bıkıp usanmadan koşuşturan genç bir öğretmen kardeşimizin yaşantısından aktaracağımız küçük bir kesitle, yeni başlayacak olan eğitim-öğretim döneminin arifesinde, gündeme dair küçük bir not düşmüş olalım biz de sayfamıza.
Yıllar önce, ilgi ile hikayesini dinlediğimiz, mesleğine duyduğu kara sevdaya hayran kaldığımız o sevgili genç öğretmen arkadaşımız bu gün nerelerdedir, neler yapmaktadır, hayatı nasıl seyretmektedir bilemiyoruz ama, bu vesile ile bir kez daha kendisine selamlarımızı ve gönülden sevgilerimizi gönderme fırsatı yakaladığımız için mutluyuz.
Nisan aylarının başları idi. Kurtalan’ın bu küçük köyüne, pek öğretmen barındıramayan ve sadece iki sınıftan oluşan, on dokuz öğrencili bu mütevazi ilk okuluna atanışının üzerinden nerede ise iki yıl geçmişti. Sessiz, sakin,hayatın meşakkatlerinden, sevimsizliklerinden uzak, huzur dolu kos koca iki yıl.
Artık her kıvrımını, her çukurunu, her tümseğini, karını, boranını, dumanını yoldaş bellediği Garzan dağının yorgun ve çıplak tepelerine dalıp gitmişti yine bu serin bahar sabahında. Dağın eteğini yalayıp geçen ve kendi bildiğince Dicle’ye doğru kıvrıla kıvrıla akan Garzan çayı, mevsim gereği coşmuş, sıcak ve kurak geçen yaz aylarının aksine, vadi çevresindeki arazileri işleyerek, topraktan derledikleri nimetlerle hayatlarını idame ettirmeye çalışan fakir köylülere, bereket bildikleri su konusunda oldukça cömert davranmaktaydı bu günlerde.
İkinci teneffüs idi. Tek öğretmeni olduğu okulda, ders saatlerini öğrencileri ile birlikte sıkılmadan geçiriyordu da, şu yalnız kaldığı dinlenme aralarını gerçekten hiç sevmiyordu. Okul saatleri dışındaki zamanı zaten hep yalnızlıklarla dolu idi; bu aralar da olayın ekstrası oluyordu resmen. Hem müdür, hem de öğretmen odası olarak kullandığı küçük odada durmadı, okul bahçesine çıktı, neşe içinde oynayan öğrencilerin arasına karıştı.
Havalar, yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı artık. Karasal iklimin kasıp kavuran kış soğuklarının beli kırılmış, memleketin yüksek rakımlı bu ıssız köşesine de bahar elini uzatmaya başlamıştı. Alçak,toprak damlı, kerpiç evlerinin sıkı sıkıya örtülü kapıları, karların erimesi ve havanın usuldan ısınmaya yüz tutmaya başlaması ile aralanmış, hayvanlar yeşillenmeye yüz tutmuş araziye salınmış, ekilecek alanlarda tek tük çalışan köylüler gözükmeye başlamıştı. Hatta ve hatta, kış boyunca pek hareket gözlenmeyen köy yolundan gelen-gidenlere de rastlanır oluyordu bu günlerde.
Ellerini arkasında kavuşturdu; başını, ayak uçlarına, aheste aheste adımladığı kıraç toprağa sabitledi. Küçük bahçenin bir o ucuna, bir bu ucuna dolanıp durdu. Attığı her adım, geçmişlere, hatıralarının derinliklerine doğru alıp gitti düşüncelerini.
Genç, neşeli, temiz kalpli, pırıl pırıl bir güzel kızdı Esra öğretmen. Hayatı daima mutluluk penceresinden seyreder; mutsuzlukların, kötülüklerin, sevimsizliklerin dünyasına uğramaması için inanılmaz bir çaba sarf ederdi. Hayal kırıklıklarında ise, kendini avutacak bir bahaneyi her zaman bulunur, her olumsuzluğun elle tutulacak bir köşesini keşfetmesini çok iyi başarırdı. Eee!... Boşuna ’Pollyanna Esra’ dememişlerdi ona.
Denizli’nin güzel bir ilçesinde doğmuş, oldukça mutlu bir çocukluk geçirmiş, batı kültürünün serbestliği ile yetişmişti. Eğitim hayatı çok başarılı olmamakla beraber, bu durum, ideali olan öğretmenliğe erişmesine engel olmamıştı. Uğraşmış, didinmiş, yüksek tahsilini tamamlayarak, okulundan sınıf öğretmeni diploması ile mezun olmuştu. Atanacağı okulun, yetiştireceği öğrencilerin hayali ile KPSS sınavlarına hazırlanırken duygularının sesine uymuş, üniversite sıralarından tanıştığı ve gönül koyduğu bir meslektaşı ile dünya evine girmişti.
İlk yıllarda sınavı kazanamamışlar, hayata atılma fırsatı yakalayamamışlardı. Bu moral bozukluğunun etkisi ile evliliklerinde sorunlar çıkmaya başlamıştı bir zaman sonra. Ölümsüz zannettikleri aşk duyguları, usuldan usula yerini nefrete bırakmaya başlamıştı günler geçtikçe. İşin sonunun selamete varmayacağını fark etmişti her ikisi de, çocukları olmayışına şükredip, anlaşarak boşanmışlar, kısa süren bu birlikteliğin ardından, bir daha kesişmemek kaydı ile yollarını ayırmışlardı.
Sonrasında, biraz daha sağlam tutunmuştu hayata Esra, biraz daha gayret göstermişti, emeğinin karşılığı olarak da KPSS sınavında başarı göstermiş, ardından da Kurtalan’ın bu küçük köyüne sınıf öğretmeni olarak atanmıştı.
Haritadan köyün yerini zar zor bulmuşlar; biricik çocuklarının tek başına, Anadolu’nun o ıssız köşesine gitmesine şiddetle karşı çıkmıştı ailesi. Ama o, hayat ipinin bir ucunu kavramaya,tüm zorlukları ile mücadele etmeye kararlıydı. Epeyce bir dil dökme sonucunda, onları ikna etmeyi başarmış ve valizini kaptığı gibi kendini Siirt’in bu dağ köyünde buluvermişti.
Memleketin gözlerden uzak, kervan geçmez-kuş uçmaz köşelerine dağılan eğitim gönüllülerine oranla şanslı sayılabilirdi Esra öğretmen. Zira, başta muhtar olmak üzere tüm köylü, çocukların eğitimine, okula ve öğretmene gerçekten çok değer veriyor; bu küçük binayı ve bu genç bayan öğretmeni kendilerine sunulan bir velinimet olarak görüyorlardı. Diğerleri gibi onun da kendilerini bırakıp gitmemesi için, ellerinden gelen ne varsa artlarına koymuyorlar; onu, kendilerinden biri imiş, kendi evlatları imiş gibi koruyup, kolluyorlardı. Köydeki her yaşlı insan onun babası, her kadın da anası gibiydi. Zaten, öğrencilerinin hepsi de kardeşi gibi değil miydi?
Küçük bir kız öğrencisinin, eteğini çekiştirmesi ile uyandı dalıp gittiği hayallerinden.
-Öğretmenim!...Öğretmenim!...
-Ne oldu Hatice?
-Bisküvi yer misiniz öğretmenim?
Şaşırmıştı. Bir müddet öğrencisinin ışıl ışıl parlayan gözleri ve elinde tuttuğu bisküviye baktı. Hoş bir tebessüm eşliğinde uzattığı bisküviyi aldı, sevgiyle başını okşadı.
-Teşekkür ederim Hatice. Çok sağ ol.
-Siz de sağ olun öğretmenim.
Çocuk, arkasını dönüp gitmedi. Öğretmeninin, verdiği bisküviyi yemesini, dolayısı ile duyacağı hazzı görmek istedi. Bunu fark eden Esra öğretmen, küçük bir dilim kopardı ve zevkle çiğnemeye başladı, efekt olsun diye de hoşlandığını gösterecek mırıltılar çıkarmayı ihmal etmedi.
-Çok güzelmiş bu Hatice gerçekten. Nereden aldın?
-Köyün bakkalından öğretmenim.
-Güzel. Hadi bakalım, oynamana devam et sen.
Çocuk gider gitmez, arkasını döndü Esra öğretmen ve ağzında biriktirdiği bu sevimsiz tadı, henüz midesi bulanmadan dışarı boşalttı. Allah’ım, ne sevimsiz bir şeydi bu. Ne kötü bir lezzet tanımıydı. Bu fakir ama iyi yürekli insanların çocukları, hayatlarının hiç bir evresinde, güzel tanımına uygun bir durumla karşılaşmayacaklar mı diye düşündü. Köyün bakkalından bisküvi diye satın aldıkları bu ne idüğü belirsiz nesne, kim bilir hangi diyarda, hangi sağlıksız şartlarda üretilmiş, sonra da çocuklara mutluluk kaynağı olarak sunulmuş.
Bu duruma gerçekten çok üzülmüştü. O gün okuldan sonra hemen köy bakkalına gitti. Çocuklar için satılan tüm şekerlemeleri, bisküvileri ve diğerlerini inceledi. Hepsi rezalet, ağza dahi konulmayacak şeylerdi ama, satıcısına da bir şey söyleyecek durumda değildi. Sonuçta arz-talep meselesiydi bu ve ekonomik güçleri ancak bu kadarına yetebiliyordu.
Günlerce bu olayın etkisinden kurtulamadı. Ne yapabilirim, bu çocukları nasıl gerçek güzelliklerle tanıştırabilirim diye düşündü. Daha sonra oturdu, memleketin tüm büyük bisküvi fabrikalarına mektuplar yazdı, durum hakkında bilgi verdi. Öğrencilerini, gerçek tat ile tanıştırıp tanıştıramayacaklarını sordu. Bir çoğundan cevap dahi gelmedi. Sadece bir tanesinden, ’Mektubunuzu aldık, durum değerlendirmesi yapacağız.’ diye bir cevap aldı.
Aradan günler geçti; bahar, tüm güzelliği ile çorak araziyi yeşile boyadı; ekinler yeşerdi, soğuk kış mevsimini ahırlarında hapis geçiren hayvanlar, kısa zaman sonra sararacak otların lezzetini tatmak için yamaçlara yayıldı özgürce. Öğretim döneminin son günleri yaklaşıyordu, karne heyecanı usuldan usula hissedilmeye başlanmıştı okulda. Esra öğretmenin için ise, sevgili ailesi ile özlem giderme günleri... Bu arada, bisküvi meselesi unutulmuş, köy bakkalında tükenen sevimsiz şekerlemelerin yerini, yeni sevimsizlikler almıştı.
Bir gün, son ders saatinin nihayetine doğru, telefonu çaldı Esra öğretmenin.
-Alo!...
-Esra öğretmenle mi görüşüyoruz efendim?
-Evet, benim. Buyurun.
-Hocam, kamyonu nereye yanaştıralım diye soracaktım. Rahatsız ettim, kusura bakmayın.
-Ne kamyonu? Nerede?
-Okulun önündeyiz de hocam.
Esra öğretmen, şaşkınlık içinde pencereye koştu hemen. Onun telaşını gören öğrencileri de üşüştüler ardından pencerelere. Hiç biri, gördüklerine inanamadılar. Okulun bahçesinde, belki de o güne kadar bu küçük köye hiç gelmemiş büyüklükte ve güzellikte bir kamyon duruyordu. Üzerinde de, ülkenin en büyük bisküvi fabrikasının adı yazıyordu.
Bir anda okul bahçesine aktı tüm sınıf. Tarlalarda çalışmakta olan köylüler, köy kahvesinin önünde oturmakta olan insanlar, öğlen namazı için hazırlık yapmakta olan caminin imamı, yamaçlarda hayvan yayan çobanlar, velhasıl-ı kelam tüm köylü akın etti okula kamyonu görünce.
Kamyondan çıkan düzgün giyimli adam, kibarca elini uzattı Esra öğretmene.
-Esre öğretmen mi?
-Evet, benim.
-Efendim, ben fabrikamızın bölge sorumlusuyum. Bizlere başvuruda bulunmuşsunuz, ’Öğrencilerim diğer çocuklar gibi bisküvi tadıyla tanışamıyorlar’ diye.Yönetim kurulumuz, duygusal mektubunuza karşı kayıtsız kalamadı, öğrencileriniz için bu kamyonu gönderdiler. Nereye yaklaştıralım kamyonu?
Öğrencilerinin sevinç çığlıkları bir taraftan, Esra öğretmenin göz yaşlarına diğer taraftan... Ne oluyor diye koşup gelen köy sakinlerinin şaşkınlığı diğer taraftan... El birliği ile, öğretmen odası olarak kullanılan bölüme taşıdılar getirilenleri. Fabrikanın ürettiği tüm ürünlerden bir kaç koli gönderilmişti. Sadece bisküvi değildi gönderilenler, çeçit çeşit çikolatalar, gofretler, karameller ve daha bir çok ürün.
O gün, Esra öğretmenin öğrencileri, gerçek bisküvi ve gerçek çikolata tadı ile tanıştılar. Rengarenk ambalajlar içindeki çikolataları hayranlıkla incelediler, zevkle yediler. Hatta, evdeki kardeşlerine, anne-babalarına dahi götürdüler. Kahve önündeki ihtiyarlar, caminin imamı, tarladaki çiftçiler, hatta koyun güden çobanlar bile tattı bu güzelliği.
Esra öğretmen, o yılkı eğitim-öğretim dönemini çok mutlu ve başarılı kapadı. Gönül rahatlığı ile tatile, annesinin-babasının yanına gitti. Güzel bir tatilin ardından da, yılın yorgunluğunu attı üzerinden, gelecek dönem için bolca enerji depoladı. Bir Eylül başlangıcında da, tekrar köyüne, hasretle kendini bekleyen öğrencilerine döndü.
Bilemiyorum, şimdi hala oralarda mıdır? Ya da yurdun başka bir köşesinde, başka yoksul öğrencileri, başka lezzetlerle tanıştırma peşinde midir?
Bir tutam hayat-14.09.2014-Azerbaycan