9
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1600
Okunma

Dr. Kadir Bey, yazmaya çalıştığı öyküye odaklanamadığı için yerinden kalkıp yeni taşındığı koru içindeki villasının canımdan dışarıya baktı. Etraf oldukça karanlık, hava da rüzgârlıydı. Sitenin içinde en yakın villa ile aralarında yaklaşık iki yüz metre kadar mesafe vardı. Silahlara düşkün karısı, Cennet villaları da Cennet villaları diye, tutturmasa üste para verseler bu dağ başına yine taşınmazdı Kadir Bey. Şehirden oldukça uzak, en yakın köye de beş kilometre kadardı Cennet villaları.
Zaten ne olduysa bu villaya taşınmalarının akabinde olmuştu; Sitenin son toplantısında, yani Kadir Beyin katıldığı ilk toplantıydı bu, Sami Bey, ortaya bir fikir atmış, aralarında en güzel öyküyü yazanı siteye başkan seçeceklerini duyurmuştu. Çünkü kendisi yazmayı çok seviyordu ve komşularının da sevmesini, ara sıra da olsa bir araya geldiklerinde edebiyat konuşup tartışmak istiyordu. Site başkanı olmak o kadar önemli olmasa da işin içinde bir iddia olduğu için bu yarışmayı mutlaka kazanmak istiyordu Kadir Bey. Sami Beyin fikrine s ite sakinlerinin hepsi katılmasa da Kadir Bey, Ayşenur Hanım, Murat Bey ve Emine Hanım katılmaya karar vermişlerdi. Diğerleri ise site başkanlığı haklarından yarışmaya katılmadıkları için kendiliklerinden feragat etmiş bulunuyordu.
Kadir bey, bir süre rüzgârın sağa sola savurduğu kestane ağaçlarının acı türküsünü dinledi ama aklına hiçbir şey gelmedi. Dışarıya çıkmalıydı ama nasıl? Evvelki gün banyoda gördüğü gölgeyi anımsadıkça aklı başından gidiyordu. Bu ev mi, yoksa site mi cinliydi henüz karar verememişti.
Yeni taşındıkları bu çevreyi ve ormanı iyi tanımıyordu, hele hele gece dışarı çıkması oldukça tehlikeli olabilirdi. Ormandan bir ayı ya da geyik çıkmasa bile binde bir ihtimal de olsa Ahmet Ümit’in romanındaki Patasana çıkabilirdi. Kadir Bey, son zamanlarda mitolojik romanları çok okuduğu için, milattan öncekilerle milattan sonraki kahramanlar birbirine karış durumdaydı belleğinde. Banyoda gördüğü gölge belki de Patasana idi. Patasana onu kolundan tuttuğu gibi zalim kıralı Pisiris’e köle diye götürebilirdi. Bütün bunları göze alamazdı ama bir hikâye konusu da bulması gerekiyordu. Başladığı hikâye, yolcunun bir hana girmesiyle sıkışıp kalmış bir daha da oradan çıkamamıştı.
Elindeki biranın son yudumlarını da içip boşalan bardağı masaya koyarken karısına baktı. Karısı, ütü masasının başında kendinden geçmişti; “Karıcığım, bak ne diyeceğim; hava rüzgârlı da olsa ritmik bir tınısı var, hadi dışarı çıkıp biraz dolaşalım. Hem belki poligona kadar yürüyebilirsek çok istediğin atış talimlerini de yaparsın,” dedi. Karısı, dünden razıydı, atış olsun da başka bir şey olmasın. Aklını silahlarla bozmuştu bu kadın. Kadir Beyin sözünü ikiletmeden ütünün fişini çekip askıdan rüzgârlığını aldı.
“Çıkabiliriz aşkım!”
Kadir Bey, karanlıkta karısının arkasından koruluğa doğru yürürken sevinçten ellerini çırptı.
“ Bu havada bir hikâye bulamazsam başka zaman hiç bulamam! “
Yine site sakinlerinde Ayşenur Hanım, memleket hasreti burnunda tüttüğünden, yaz tatilini geçirmek için Toroslardaki ebesine gitti. Memleketini çok özlemişti, pencereyi açıp derin derin temiz havayı teneffüs edip memleket kokusuyla doldurdu ciğerlerini. Her şey yolunda, her şey güzeldi ama yazmak zorunda olduğu bir öykü vardı yoksa site başkanlığını rüyasında bile göremezdi. Zorla da olsa yazacak, illa yazacak, ama neyi? Bu düşüncelerle yoldan geçen insanları görmeden yola bakıyordu ki, yoldan geçen acuze kılıklı bir adam, Ayşenur Hanımın, elindeki çiğdem poşetine göz diktiğini düşünüp yerden aldığı irice bir taşı Yaratan’a sığınıp pencereye fırlattı. Taş, pencerede duran pembe çiçekli sardunyanın arasından langur mıngır ta evin içine kadar girerken sardunyadan da birkaç dal telef etmişti. Ayşenur Hanım, kırılan camın çıkardığı sesle birden irkildi. Taşın açtığı gedikten sardunyada tüneyen karasinekler içeriye daldı.
Ebesi, ocak başındaki yer minderine oturmuş, akşam yemeği için bahçeden topladığı taze fasulyeleri kırıyordu. Oturduğu yerden, taşı atanı görmediği halde kimin attığını tahmin etmekte gecikmedi.
Elinde kırdığı fasulye olduğu halde Ayşenur’a bakıp, “Deli Amat mıydı o” dedi.
Ayşenur; “He ya, gene o Deli Ahmet! Ya insanda azıcık akıl olur, azıcık akıl! Durduk yere neden attı şimdi o taşı?” diye sitem etti.
Ebesi, bir an geçmişe gedip geldi, yüzünü buruşturdu.
“Sen de onun yaşadıklarını yaşasaydın delirirdin elbet, delirmeyip de ne yapacaktı garibim.” Derken bir yandan da kırılan camına, kırık camdan içeri dolan sineklere bakıyordu.
Ayşenur Hanım, bir hikâye bulmanın heyecanıyla ebesinin dizinin dibine çöktü…
Yine site sakinlerinde Av. Murat Bey, her sabah olduğu gibi o sabah da karısının kalkmasını bekledi ama karısının kalkmaya niyeti yok gibiydi. Kahvaltı bugünde yok diyerek evden çıktı. Arabasına binip gaza bastı. Ofise gediğinde henüz sekreteri gelmemişti. Bir an önce kahvaltısını yapıp şu lanet öyküye odaklanıp yazmak istiyordu. Hayatında hiç öykü yazmadığı için işe nereden başlayacak, nasıl yazacak bilmiyordu. Yalnız bildiği tek şey, bir an önce bir konu bulmasıydı. O, bu düşüncelerle boğuşurken sekreteri geldi. Sekreterinden bugünkü dava listesini istedi, davası yoktu. Sabahın köründe kimse gelmez en iyisi dışarı çıkıp güzel bir kahvaltı yapmak ve öyküye konu olacak bir şeyler bulmak diye düşündü ve ofisten çıktı.
Oraydı, buraydı derken Şehrin Kalesinin en tepesinde buldu kendini. Kaleden Şehri kuşbakışı izledi; izledi ama aklına hiçbir şey gelmedi. Bu güzelim kale de ilham vermemişti. Tam ümidini kesmişken kalenin dibini mekân edinmiş geneleve baktı. Etrafı tellerle çevrilmesine rağmen Nasrettin Hoca’nın türbesi gibi her şey meydandaydı. Kadınlar, tel örgü arkasında yarı çıplak ayan beyan geziniyorlardı. Murat, heyecanla kaleden inmeye, geneleve doğru koşar adım yürümeye başladı. Oraya geldiğinde nefes nefese idi, gözüne kestirdiği bir kadına kaş göz işareti ile birlikte olmak istediğini anlatmaya çalıştı. Koşmaktan yüzü kıpkırmızı, burnundan soluyan güreş boğasını andıran adama dikkatle baktı kadın ve yerinden kalkıp merdivenlere doğru yürürken eliyle “gel” işareti yaptı.
Murat, merdivenden çıkan kadının kısacık şortundan taşan kalçalarına bakıp, “Ah ne iyi ettim de buraya geldim, şimdi bir taşla iki kuş vuracağım…”
Sitede yarışmayı düzenleyen Sami Bey, son günlerde hayli sıkıntılıydı. Sıkıntısının sebebi de eski eşinin rahatsızlığı nedeniyle özürlü evladına bakmak zorunda kalışıydı. Elbette evladına bakarken gocunmuyor, gönüllü yapıyordu bu işi ama o da bu yarışmaya bir öykü yazacağına göre ilhamı arayıp bulmalıydı. Oturduğu yere çıkıp gelmiyordu ki şu meret ilham. Şöyle siteden çıkıp kalabalık mekânlara, şehre doğru açılsa, daha önce hiç girmediği mağazalara, marketlere alıcı gibi girse ve insanları incelese... Çoğu kişinin bakıp da görmediği nice hikâyeler bulup çıkarırdı onların arasında. Okula gidiyorum diye sevgilisi ile kaçamak yapan gençler mi? Karısına bürodayım diyen ama yanında kızı yaşında bayanlarla gezen baylar mı? Neler neler… Ama az önce demiştim ya, çocuk olduğu için eve kapanmak zorundaydı. Eve kapanınca yazmaktan vaz mı geçecek yani? Zinhar vazgeçmez, geçmemeli de. Yoksa başkanlık elden gidecek. O da baktı ki dışarıya çıkamıyor, dışarıyı içeri getirmenin bir yolunu aradı. Facebook sayfasında onlarca arkadaşı vardı. Onların paylaşımlarını okurken bir resim ve altındaki yazı dikkatini çekti.
“Gittikçe kapanıyor muyuz?” Bu soru sorulur da Sami Bey durur mu, hemen tarihi bilgisini kullanıp araştırmaya başladı. Soruyu soran, sorduğuna soracağına pişman olacak, aynı zamanda sitenin en güzel öyküsünü yazacaktı.
Site sakinlerinden Emine Hanım, bilgisayarının başında tek kelime yazmadan öylece otururken durmadan kendi kendine, “Sahi ben ne yazacaktım, la ben ne yazacaktım? Ne yazacaktım sahi ben! Ben ne yazayım şimdi?”
29.08.2014/Emine UYSAL