4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1197
Okunma

Nuri Bilge’nin son filmi… Bu filmde içime dokunan bir şeyler var. En dokunaklı hikaye Aydın’ın. Filmde herkesi güçlü gösteren bir dış kabuk ve altında derin yarıklardan oluşan kırık faylar var. Bu fayları gördüğümüz an karşımızdakinin gardı düşüyor, birden bire bütün silahlarını yitiriveriyorlar.
Benim izlediğim kadarıyla içlerinde en acınası halde olan Aydın. Herkes tarafından ( o idealizm kılıfı altında gününü gün eden özenti öğretmen tarafından bile) sürekli acımasızca eleştirilen kişi. Adamın hayatı diğerlerinin aksine gözler önünde cereyan ediyor. Dışarıdan şerha şerha bir hayatı, başarısızlıklarla çevrili bir haleyle etrafı çevrili biri gibi görünse de aslında özünde -kendine rağmen -iyi bir insanı barındırıyor.
Aydın’ın yüzünde izlediğim, son dönemlerde okuduğum ve seyrettiğim en acıklı aşk hikayesiydi. Aşık olduğu kadınla evli olan fakat onunla konuşmak için bile bazı bahaneler bulmak zorunda kalan, aynı odada kalmak bir yana, saçının teline bile dokunamadan, ona olan aşkını en küçük bir imayla bile dile getiremeyen, konuşamayan, susamayan, yaşayamayan bir ıstırap hikayesi. Hikayede bu konu romantizmin zavallı yokuşlarına sürülmeden tamamen hayatın içinde, günlük meselelerin halledilmesi kadar kolay işlenmiş. Fakat ne yalan söyleyeyeyim, film boyunca Aydın’ın Nihal’e sarılacağı anı dört gözle gözledim. Tabii böyle bir şey olsaydı filmin dokusuna aykırı gelir ve film klasik Türk filmlerine dönüşüverirdi birden! Yönetmen ne iyi etmiş de beklentilerimi dizginlemiş diyesim var şimdi ise…
Nihal… Kocası tarafından cam bir fanusta hayatının kolaylaştırılması adına onu hayata bağlayan tüm uğraşlarını yitirmiş bir kadın profili. Kendini ifade edememenin en büyük esir ediliş hali olduğunun bir yansıması Nihal’in yüzü. Bu görsel olarak da yansıtılmış. Oyuncuyu bu konuda tebrik ederim. İç esaret nasıl bir insanın yüzünde şekillenir bize bunu çok iyi anlatmış. Aydın’ın atıyla Nihal’in arasında yadsınamaz bir ilişki var. İkisi de özgürlüklerini bu evde yitiriyorlar. Tek farkla; Nihal ehlîleştirilmiş bir ruha dönüşmüş. Bu evden çıkarsa gerçek dünyada hayatta kalabilme yetisini tamamen yitirmiş. Aydın bunu anladığı anda atın sonunun da aynı olmasını istemediği için, henüz ehlîleşmeden onu serbest bırakıyor. Bu bir diyet ödeme gibi de geldi bana. Nihal uçmayı unutmuş, özgürlük şarkıları söyleyen fakat kafesinin kapısı hafif aralandığında korkudan ne yapacağını şaşıran bir kuş gibi adeta.
Necla… Aydın’la gerçekten zıt karaktere sahip bir kardeş. Entelektüel birikimi neticesinde, halkı ötelemenin de ilerisine giderek kendini tüm insanlardan ötelemeyi başarabilmiş, sivri dilli düşünce insanı. Düşünce insanı derken hareketin zıttı olarak kullanıyorum bu tamlamayı. Hareketi düşünceden daha değersiz bulan bir sistematiğe inanıyor. Zaten hayatı sorgularken bile hareketsizlikle bağdaştırılmış tepkiler üretiyor. Zulme tepkisizlik bunun en bariz örneği. Necdet belki de – bir zamanlar bile olsa- Necla’yı seven, ona bağlılığını sunan, ona hayranlıkla yaklaşan, hayatında onun eksikliğini hisseden tek insan. Necla’nın, onun zulmüne karşı pasif bir duruş sergileyebilir olma ihtimali, Necdet’i hayatına yeniden dahil edebilme ihtimaliyle paralellik gösteriyor.
Kahramanların hemen hepsi dışarıya tanrı rolünü oynuyor. İsmail’in yardım paralarını ateşe atması mesela, bu hareketiyle paranın kölesi olduğunu düşündüğü kadına anlık dahi olsa hükmetme endişesini barındırıyor. Nihal’in parası İsmail’in gururunu incitiyor; oğlunun önünde küçük düşürülen bir adamın aynı aileye yakıştıramadığı bir erdem mevzu bahis çünkü. İntikam hissi kabaran İsmail, dünyaya verdiği değeri kadının gözlerinin içine baka baka yaktığı paralarla gösterme imkanı bulmuş oluyor. Paranın ateşte yanması meselesine gelince, eğer parayı kabul etmeyip iade etseydi, o yardıma maddi ya da manevi olarak olumsuz da olsa bir değer katacaktı. Fakat parayı kendi kafasındaki değer formuna yani kül haline getirerek kabul edilmiş bir yardımın kıymetsizliğini ifade ediyor.
Paraların yanışını izlerken ki yüz şekilleri ise bambaşka. Burada yine görünürün ardı vakası var. Nihal İsmail’e göre zengin, paraya hükmeden bir kadın imajı çiziyor, oysa biz biliyoruz ki o, kocasının eline bakan, bir şeyler yapmak için çabalıyor oluşuna karşın hayatı edilgen yaşayan bir kadındır. Nihal’in kırık fayı da bu. Yaşadığı toplumda olmadığı biri gibi kabul görüyor oluşu. Olmak istediği fakat bir türlü olamadığı biri gibi…
Filmde değinilecek o kadar sahne var ki… İmamın çamurlu ayakkabıları, kokan çorapları, bir din adamının Allah’ın önünde eğilmekten başka hasleti olmaması gerekirken, ailesinin bekası için el etek öpüyor oluşu, buna karşılık İsmail’in yapılan yardıma kayıtsız kalışı… Burada asıl erdem kimde diye bir soru takılıyor aklıma. İkisinin da baktığımız açıya göre erdemli göründüğünü söyleyebilirim. Gurur, insanın nefsiyle ilgili bir duygusudur. Bunu ayaklar altına almak üzerine kurulmuştur çoğu öğreti. Hamdi hoca aynı zamanda da realist bir insan… Sofraya yemek koymak vazifesi dünyayla arasında kurduğu tek bağ… Bu ailenin günah keçisi olarak seçilmiş bir zavallı. İsmail’in kuru kabadayılığı, oğlunun gözünde yüce bir kata çıkarabilir onu fakat dünya denen gerçek İsmail’in gururuna hiç de itibar vermiyor doğrusu.
İşte böyle… Üç buçuk saatlik bir filme koskoca bir hayatı sığdırmış yine Nuri Bilge. Her karakter içimizdeki biz... Ben hikâyenin akışını, oyuncuların performansını, filmin sinematografik başarısını anlatmayacağım. Enfes bir hikâye, enfes bir anlatıyla yine…