7
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1234
Okunma


-Gel otur bakalım şöyle. Evlâdım sen de bir bardak su getir!
Bu iki cümlenin artarda gelmesinden deli gibi korkarım. Hazmı zor şeyler işitilecektir çünkü, ve su, susturur. Dilini bağlar insanın. Kötü haberi sindirmene yarayan bir müsekkindir o.
Benden, böyle son su istendiğinde, Safiye vardı bizim odada. Kocasının bağlı olduğu birlikten haber gelmiş. Büyükannem yaşadığımız konağın Rüştiye mezunu tek üyesi olduğundan, adrese gelen bütün mektuplar ona teslim edilirdi. Ben mutfaktan dönene kadar her şey olup bitmişti bile. Birbirlerine sarılmış, gözler kan çanağı, sessizce ağlaşıyorlar. Sonra ben bardağı uzattım, suyu içince kötü haberi de yuttu sanki. Usulca kalkıp hıçkırıklarla sendeleyerek odasına çıktı.
Evet bir konakta yaşıyorduk biz. Bütün fakirliğimizle. Her aileye bir oda düştüğünden nüfus hayli kalabalıktı. Ev sahibimiz yaşlı Madam, Savaşta burayı Türklere kiralamış, kendisi Beyoğlundaki dairesine yerleşmiş. Biz, kadınlar, çocuklar, hasta ve yaşlılardan müteşekkil yirmi kişilik bir aileydik, bu kapısı penceresi kapanmayan viranede. Açlık, yokluk ve hastalıkla dolu bu evin arka bahçesi ise biz çocuklar için tam bir cennetti. Dev çınar , erik, incir ve akasya ağaçları, küçük ardiye kulübesi ve kupkuru süs havuzuyla bu eşsiz mekân, sayısız maceralar yaşadığımız bir sinema sahnesiydi aynı zamanda. Bütün savaşları biz kazanıyorduk elbette, ağaçlar, duvarlar hep yeniliyordu. Annem, hep ağlayan kardeşimi kucağından indirmiyor, ben babamı bekliyordum. Gelecek ve beni omzunda gezdirecekti.
Bazen karartma oluyordu. Işıkları sönen şehrin üstünden uçaklar geçiyordu gürültüyle. O korkunç sesleri duymamak için kulaklarımı kapatıp bağırarak en sevdiğim oyunun tekerlemesini söylüyordum
“Aç kapıyı bezirgân başı, bezirgân başı..” annem ağzımı kapamaya çalışıyor,
-Kızım sus!
büyükannem engel oluyor
-bırak elleme,
“kapı hakkı, nee verirsin, nee verirsin…”
Yukarıdakiler duyacak sanki!
“arkamdaki yadigâr olsun…”
İşe yarıyordu.
Köyden ziyarete gelen akrabaları sevinçle karşılıyorduk. Annemin köylü olmasıyla gurur duyuyor, mahalledeki çocuklara hava atıyordum. Şehirli olmak demek, odun ateşinde pişmiş mis gibi yufka ekmeğine sürülen tereyağın lezzetinden habersiz olmak demekti. Ama bazen de paylaşıyordum ekmeğimi, bana iyi davranırlarsa.
O günü bir rüya gibi hatırlıyorum, gerçek olmasını istemediğim bir rüya. Akşamüstüydü. Herkes beni arıyormuş. Ödüm koptu geç kaldım, annem beni dövecek diye. Bahçe kapısından girdiğimde konağın ahalisi toplanmış, mırıltılar, vah vahlar. Aralarından geçtim şaşkınlıkla. Annem köşede ayılıp bayılıyor, kesif bir limon kolonyası kokusu. Kimse bana kızmadı, neler oluyor? Büyükannemi gördüm, çökmüş, perişan, daha da yaşlanmış gibi. Yanına çağırıyor. Elinde bir zarf, buruş buruş. Derin nefesler alıp veriyor.
-Gel yavrum, gel otur bakalım şöyle.
Hayır oturmak istemiyorum.
-Safiye kızım sen de bir su getir.
İçmem. İçmeyeceğim. Kulaklarımı kapadım, gerisin geri koşmaya başladım. Peşimden koşmadılar. Ben bağırıyordum. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum. “Aç kapıyı..! Aç kapıyı..”
Şule TEK