8
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
2600
Okunma

Öğretmenliğimin ilk yılları…Öyle, okulda öğretildiği gibi değilmiş meğer hocalık.Karşımızda kuzu kuzu oturuyorlar öğrenciler ama,kimbilir hangi ortamlardan çıkıp,hangi şartların içinden süzülüp geliyorlar karşımıza…
Çokbilmiş ve sanki dağlar gibi birikimlerle donanımlı bir psikoloji içindeydik hepimiz.Ben bu ruh halini çabuk çözüp de,haddimi tez bilip, gerçeği tez görenlerden olduğum için şanslıydım galiba.Çünkü,meslek lisesi torna bölümünü bitirip,edebiyat bölümünü kazanan ender öğrencilerdendim.Sanırım çok iyi analizci ve okuyucu olmamın etkisi büyük bunda.Bu birikim yolunda üniversitede de sağlıklı çalışmalarım ve kişisel gelişime merakım yüzünden,insana ulaşmakta bir adım öndeydim.
Anneler günü heyecanı sarmıştı ya tüm yurdu.Malum,böyle özel günleri pohpohlayarak,rant kapısı da oluşmuş ülkemde.Sevgiyi bir güne özellemek ne derece doğru bilemiyorum.
Sınıfın birinde,konuyu işlemiş,güncel konulara dönmüştük.Anneler günü, en günceliydi konuların.Sıraların arasında dolaşırken,Mustafa adlı öğrencime”Mustafa,anneler gününde,annene ne almayı düşünüyorsun?” dedim, ince eleyip, sık dokumadan.Ne gereği vardı bu soruyu sormanın?Sen öğrencilerinin ortam ve şartlarını henüz tanımadan bu soruya sanki..! Laf ağzımızdan çıktı,geriye dönmeyecek ok misali.Mustafa da”benim annem yok,geçen ay öldü”demesin mi?Tanımsız bir zaman diliminde kalmıştık gözgöze Mustafa ile.Tüm gözler bizde.Ne ben ağzımı açabiliyorum,ne de adaşım…Buhar olup uçmak,yer yarılsa da içine düşmek,kanatlanıp da kaf dağının ardına saklanmak,o an ,iki damla yaşla bana bakan gözlerden kaçmak…kaçmak istedim…Yeni kapanmaya yüz tutmuş diyemiyeceğim,çünkü annelerin yokluğundaki yara yaşam boyu kapanmayan yaralardandır ki,ben bu yaraya tuz dökmüştüm ve işte Mustafa o an, tam da kavrayamadığım acıyla(ateş düştüğü yeri yakarmış,bunu babamı kaybedince anladım)sessiz çığlıklarla için için ağlıyordu ve ben sadece donan zaman içinde kaçacak delik arıyordum.
Sanırım o an, asırlar geçti ruhumun labirentlerinden çığlık çığlığa…O,sadece sevginin büyütüldüğü ve beslendiği yüreğim,buselere dönüşüp,o iki damla gözyaşının üstüne değdi.Mustafa’nın madde gibi görülen,aslında ruhunun acısının maddeleşmiş hali olan gözyaşlarına(henüz kirpiklerde asılı kalmıştı)buselerimi koydum ve “başın sağolsun..özür dilerim Mustafa” diyebildim sadece.
Zil imdadımıza yetişti,o sahneden inmemiz için.Asla o sahneden inemezdik sanırım Mustafa ile.”Hadi Mustafa,bahçeye inelim”dedim ve Mustafa ile bahçeye indik.Birer çay alıp,bahçede uzun uzun konuştuk.Mustafa’nın şaşkınlığı artmış ve biraz heyecanla”Hocam ilk defa bir hocamla çay içip,bahçede geziyorum ve benim acımı paylaşan bir hocam var”dedi,dakikalar sonra..
Mustafa,tahsilini yarım bıraktı.Çok destek oldum ve babasıyla çok konuştum ama,evde üvey anne gerçeğini baba oğul aşamadılar,ben de aşamadım.
Mustafa köyde çoban oldu.İki sene sonra da şehir merkezinde bir çay ocağında çalışmaya başladı.Yolum düştükçe uğrar,eksik noksanı derdi var mı diye sorardım.Askere gönderdik.Anlı şanlı giti,geldi.İki sene sonra da evlendirdik Mustafa’yı.Gelin, bir de bana sorun o her karşılaşmamızdaki, o hatıranın kanırttığı yaranın sızısını.
Çocuğu doğunca,vardım evine.Öptüler gelin hanımla ellerimden,ben de onları alınlarından.Ha bir de adını koyduğum bebeği de öptüm boynundaki o cennet kokan yerinden.Çok gariptir ki,sınıfta yaşadığımız o anda Mustafa’nın gözyaşlarındaki koku ve gizem vardı bebeğin yanağında da…Sanırım bu kokuya,” masumiyet” gizemi deniliyormuş…