Orhan Veli 100 yaşında sergisi üzerine...
İstanbul’a, denize sevdalı bir şâirin hatıralarına tanıklık etmeye gitmiştim.
Yıllardır onu hep Urumeli Hisarı’na oturmuş, bir sigara yakmış, bir de türkü tutturmuş İstanbul’u dinleyip şiir söylerken hayal etmişim meğer… O gün bizi, sergi salonunun merdivenlerinde elinde çanta, üzerinde ceket memuriyet günlerinden kalma bir fotoğrafla karşılayınca anladım bunu.
Kitaplığımın en kadim kitaplarından biridir, Orhan Veli’nin bütün şiirleri. Ortaokul yıllarımdan -şiirle ilk tanışıklık yıllarımdan- kalma. Cildi ayrıldığından bantlanmış, sayfaları kopmuş, kapağı yıpranmış. Yıllarca elimden düşmedi çünkü. Zaman zaman kitaplığımda arayıp bir nefes sigara gibi şiirlerini içime çekerek soluklandığım olmuştur.
Hafızamızın karanlığında sakladığımız şiirler vardır. Kendilerine ihtiyaç duyulacak vakti bekler, ihtiyaca göre çıkıp gelirler, derde deva kabilinden. Öyledir onun şiirleri de… Nerde, nasıl ezber ettiğimi bile hatırlamam. Dedim ya, bir çaresizlik ânımda kulağıma fısıldanıverir. Tarifi güç bir durumu kolayca izah edip bir yürek yangınına şifa olabilirler.
“Sakın şaşırma!” böyle ihtiyaç ânı şiirlerindendir. Serginin reklam spotunda vardı:
Gemliğe doğru
Denizi göreceksin;
Sakın şaşırma
Hayatın içinde şaşıp kaldığım ancak Gemliğe gelince denizi görmek kadar tabii karşılanması gereken tüm durumlarda çıkıp gelir, karşımda durur. Hayattır işte, şaşıracak ne var?
Merdivenlerin bitimi, sergi salonunun girişinde hülyalı bakışlarıyla uzaklara, şiirlerin âlemine dalmış, bir bankta oturur buldum onu. Hiç şaşırmadım. 36 yıllık ömrü baştanbaşa şiir değil miydi zaten? Böyle bir bahar günü doğmuştu yüzyıl evvel, 14 Nisan 1914’te ve onu “bu güzel havalar mahvetmiş”ti.
Duvarlara asılmış şiirleriyle karşılandık, salonu dolduran bir Karagöz Hacivat seslendirmesi sayesinde sesini işittik yıllar sonra. Mektuplar, el yazısı, defterleri, kalemleri, kitapları, Yaprak Dergisi’nin sayfaları ve fotoğraflarla Orhan Veli’nin
dünyasında dolaştık. Küçük anektodlarla geldi bize. Onu, yeni şiirin eskilere kafa tutan asi delikanlısını hep hayta, yaramaz bir
çocuk gibi hayal etmişim. Çalışkan, sessiz sedasız bir mektepliymiş meğer. Muzip bir
çocukmuş tabii. Çocukluğundan beri edebiyata, tiyatroya düşkün. Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile çok eski
dostlar ama kimler yok ki fotoğraflarda? Sabattin Eyuboğlu, Sait Faik, Mina Urgan…
Zamanın tanığı olan eşya, yaşantıları canlandırmaya muktedirmiş. İçim titredi fotoğraflara bakarken. Bir şâirin baktığı yer ve dokunduğu eşya da şiire dönüşürmüş. Şiirin rüzgârıydı o salonda esen. Şimdilerde, el yazısına giderek yabancılaştığımız şu
zamanda, defterler ve el yazısı çok etkiliyor beni. Dedelerimin defterlerini hatırlatıyor el yazısı. Eski ve yeni alfabeyle okuyup yazmayı bilenler, bir devrin adamları, resmeder gibi yazıyorlar, eski yazının estetiği ve ışığı vuruyor yeni harflere. Orhan Veli’nin yazısı da öyle, inci gibi. Çok sevip iç geçirerek okuduğumuz şiirler onun el yazısı ile canlanıp hayat buldu gözümde. B
aşka bir mânâ ve ruhla dile geldi oracıkta. Burnumun direğini sızlattı. Hele Sami Onat’a yazılan “kısa hal tercümem”… Sahici bir şâirin kendi dilinden mütevazi ama
hüzünlü hayat öyküsü. Demek ki 20 yaşından sonra para kazanmayı ve sefalet çekmeyi öğrenince, çok âşık olup hiç evlenmeyince büyük şâir olunuyormuş, dedirtecek cinsten…
Şüphesiz koleksiyonun en ilginç iki parçası, öldüğü gün cebinden çıkan diş fırçasına sarılmış şiir müsveddeleri ve kurşun kalemi ile bir de fotoğraftı. Otopsi için çıkarılmış, yüzünün alçı kalıbına ait fotoğraf.
Sergiyi gezdikçe güzel adamlar, bir dönemin yazan çizen, akıllı, aydın adamları bir bir geçtiler gözümün önünden. Fotoğraflar içimi burktu, yavaş yavaş bir sızı koyuldu kalbime. Sanki bir iki gün evvel düştü Orhan Veli o çukura, ayağını burktu. Sonra
ölüm haberini aldık, hep birlikte… İnanamadık. Cenazesine katıldık da “Orhan Veli öldü.” diyemedik. Zaten mezar taşından
ölüm tarihini de sökmüşler.
Çıkışta öykülerini ve mektuplarını aldım okumak için.Bir süre sesi içimde yankılansın istedim.
İnanmayın, kimse inanmasın, büyük adamların, hele kalem sahiplerinin öldüğüne. Sararmış olsa da kâğıtlar onların yazısını saklıyor. Eşyaları hâlâ sıcacık hatıraların izini taşıyor. Baksanıza hâlâ gelip kulağımıza şiirlerini fısıldıyorlar.