21
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1383
Okunma


-Geliyor!....
On sekiz metre yükseklikteki petrol tankının çevresini sarmalayan iptidai iskelenin en üst noktasında çalışmakta olan boyacı Hüsnü’nün sesi, normal iş akışının alışılagelmiş gürültüleri arasından sıyrılıp, insanların dikkatini çekecek nispette gür ve heyecanlı bir tonda akıp geldi kulaklarımıza. Sesin yankılandığı şantiye sahasındaki tüm çalışanlar, ellerindeki işlere bir lahza ara verdiler; meraklı bakışlarını, rengarenk boyalı elbisesi ile adeta bir palyaçoyu andıran arkadaşlarına kilitlediler. Onun bu komik hali, her zaman olduğu gibi yine hoş bir mutluluk esintisi yarattı iş yerimizde ve Gürcü işçilerimizin şaşkın bakışları arasında, sağdan soldan kahkahaların süslediği Türkçe sataşma cümleleri yükseldi.
-Oğlum, tankı mı boyuyorsun, yoksa kendini mi?
-Boyayı çar çur ediyorsun, parasını kesecekler maaşından!
-Şeyinde boncuk bulmuş gibi ne bağırıyorsun orada?
-Oğlum, ne diye yıpranıyorsun boş yere, ödüm şeyime karıştı korkudan.
Tüm bu söylenenleri duyacak hali yoktu Hüsnü’nün. Çünkü o, sol işaret parmağı istikameti ile bakışlarını birleştirdiği noktaya; Karadeniz’in lacivert sularının gök yüzünün açık mavisi ile kucaklaştığı ufuk çizgisinde beliren küçük bir karaltıya, tüm duygu ve düşünceleri ile saplanıp kalmıştı. Bu küçük karaltıdan yükselen ince, kara, avare bir duman hüzmesinin, aheste aheste süzülerek göklerin derinlerine doğru akıp gitmesi, onun aklını ve bakışlarını esir almış; tüm dünya ile ilişkisini kesmesine, hasret realitesinin sonu olmayan uçurumlarının kucağına yuvarlanmasına yetmişti. İster istemez tüm insanlar, işaret ettiği yöne, denizin kuzeybatısına çevirdiler bu kez bakışlarını. Her birinin dudaklarında gezinen tebessüm esintileri, usuldan usula iyice yerleşti şiddetlendi, sonra da iyice başını alıp gitti gördükleri manzara karşısında.
-Feribot gelir. Dedi Şamil bey.
-Bu gün Cuma, tam zamanında.
-Oğlum Hüsnü, feribotu göreceyem diye aşağıya düşeceksin!...
-Bir şey olmaz Şamil Ağabey, meraklanma sen, içini rahat tut. Allah’ını seversen şu bayrağın güzelliğine bak!...
-Necə göz var səndəki, bu qədər məsafədən bayrağı görürsən?
-Gözle değil ağabey, gönülle gönülle.
Şamil Bey döndü, yüzüme baktı bir süre.
- Vətənini, bayrağını bu qədər sevən bir millətə, dünyada heç bir gücü diz çöktüremez. Dedi babacan bir ses tonu ile.
Bu sevimli yaşlı adamın, hayat yorgunluğunun tüm izdüşümlerini olanca realitesi ile sergileyen yüz hatları iyiden iyiye gevşemiş; yorgun tebessümleri, ince dudaklarından bal rengi gözlerinin derinlerine süzülmüş, oradan da usuldan usula içimize işleyen bir kor misali, sıcak ve yumuşacık bir akışla bakışlarımıza yansımaktaydı.
Gömleğinin yaka cebindeki paketten maharetle sıyırdığı Rus sigarasını keyifle yaktı. Derin bir soluklanma ile ciğerlerine doldurduğu dumanı, yarı açık duran pencereden Karadeniz’in serin, rutubetli atmosferine zevkle üfledi. Sonra da, her zaman yaptığı gibi, bir ağabey şefkati ile elini omzuma attı ve beraberce ofisimizin önüne çıktık; feribotun limana girişini seyre koyulduk.
Türkiye’den Orta Asya devletlerine yük taşıyan tırlar, Sarp Poti arasındaki rüşvet kıskacından kurtulabilmek için, genellikle Trabzon’dan Poti limanına feribotla geliyor, buradan da Tiflis yoluyla gidecekleri ülkeye geçiyorlardı. Lacivert renkli bu feribot, her Cuma günü öğle saatlerinde limanımızı ziyaret ediyor, çalıştığımız kısmın hemen yanı başındaki rıhtıma yanaşıyor, şantiye sahamızda çalışan işçilerin keyifli bakışları arasında yükünü boşaltıyordu. Haftada bir tekrarlanan bu olay, adeta bir merasime dönüşmüş, ekibimiz ile feribot personeli arasında gerçekten hoş bir dostluk köprüsü kurulmuştu doğrusu. 2002 Dünya Kupası maçlarının Cuma ve Cumartesi günlerine denk gelenlerini hep beraberce feribotta seyretmiş, Türk Milli Takımının üçüncülük kazandığı o mutlu anları gemi personeliyle beraber yaşamıştık. Keyifli saatlerdi, güzel anılardı.
Bizler, feribotun limana süzülüşüne dalmıştık ama, Şamil Bey’in bir gözü de Hüsnü’deydi. Onun, heyecanlı bir insan olduğunu biliyor, bir hata yapar, düşer diye telaş ediyordu.
-Hadi Hüsnü, işinə bax artıq-.
-Tamam ağabey.
-Kemerin takılı mı?
-Takılı ağabey.
Hüznü elindeki yüksek basınçla çalışan boya tabancası ile tankı boyamaya devam etti. Aklı hala feribottaydı. Vatanın bir parçası, memleketten bir esini diye düşünmekteydi besbelli. Daha bir şevkle salladı tabancayı.
O Cuma günü, feribot sevdamızın, zamanımıza sunduğu mutluluk esintileri arasında çabucak geçiverdi. Güneşin, memleket semalarına doğru süzülüp, sıcacık tebessümü ile denizin kızıl ufuklarını öptüğü yorgun saatlerde, usuldan usula işlerinden başını kaldırdı işçilerimiz, kullandıkları ekipmanları toparladılar, sayımını tamamlayarak, ambara teslim ettiler. Yoksulluğun ve işsizliğin tüm sevimsizliklerinin kendini gösterdiği bu mahzun ülkede, maalesef hırsızlık olayları alıp başını gitmiş; insanlar, hayatlarını idame ettirebilmeleri için, bulabildikleri her yöntemi mubah ve hak sayma gibi bir düşünceye kapılmışlardı. İşte bu nedenledir ki, tüm malzemeler her akşam sayılarak teslim alınıyor, sabahleyin yeniden sayılarak teslim ediliyordu kullananlara.
Evimizde bekleyenimiz olmamasının verdiği sevimsizlik, yorucu bir günün daha vukuatsız ve huzurla nihayetlenmesini, bir sevinç katresi olarak taşıyamıyor düşüncelerimize, ruhumuza sözün doğrusu. Dudaklarımızda gezinen tebessüm rüzgarları oldukça etkisiz, oldukça cılız. Ağır aksak eşyalarımızı toparlıyoruz; sevimli şoförümüz Mahlas’ın bordo renkli emektar minibüsüne doluşuyor, çok uzak olmayan mahallemize doğru yola çıkıyoruz. Pazar yerinden geçerken bir bukle duraklıyor araç, akşam yemeği için gerekli malzemeleri satın alıyor, artık tanışıklığımızı iyice ilerlettiğimiz esnafla selamlaşıyor, üç beş kelimelik de olsa ayak üstü muhabbeti yapıyoruz.
Babuşka yine evin kapısında bizi beklemede. Gülücükleri yine gamzeleriyle oynaşmakta; uzun yılların asla heyecanını çalamadığı bakışları, kırışıklıklarla dop dolu dudaklarından dökülen Rusça sözlüklere(muhtemelen sevgiyi tarifleyen güzelliklerdir onlar) yarenlik yapmakta. Bu akşam acelem var benim. Hikayenin kalanının Şamil beyin hatıraları arasından söküp almakta sabırsızlanıyorum. Bu nedenle, Babuşka’yı alel acele öpücüklere boğuyor ve evimizin kocaman giriş kapısından içeriye süzülüyorum.
Büyük bir hızla tüm rutin işleri tamamladım o akşam. Kısa zaman sonra temizlikler yapılmış, yemek faslı bitmiş, çay demlenmek üzere kuzinenin üzerine yerleştirilmişti. Arkasına yaslanıp, keyifle yeni bir sigara daha yakan Şamil bey, sıranın onda olduğunu anlamıştı. Hiç nazlanmadı, hikayesini kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
Ahizenin kulaklığını yurt tutan bir çok mekanik hışırtının arasından sıyrılıp gelen bu iki küçücük sihirli cümle, hayatın her türlü meşakkatine göğüs germeyi başarabilmiş yaşlı kadının gönlüne, belki de dünyada tadabileceği en büyük mutluluk esintisinin, o tarifi mümkün olmayan hoş serinliğini bırakıverdi.
Küçük, havasız ve sevimsiz telefon kulübesinin kilidi bozuk kapısını güç bela açtı; telefonu, meraklı bakışlarla kendini izlemekte olan oğluna uzattı. Gözlerinden boşanan sevinç gözyaşlarına, dudaklarında gezinen titrek mutluluk tebessümleri eşlik etmekteydi. Görevli memur, gecenin ilerleyen saatlerinin gözlerine taşıdığı ağır uyku yükü ile öylesine bir mücadeleye tutuşmuştu ki;yanı başında sahnelenmekte olan trajediye göz atacak ne takati, ne de bir bukle zamanı kalmıştı. Telefonu, şaşkın şaşkın bakan oğlunun eline tutuştururken, ayaklarının artık taşıyamadığı vücudunu kızının yardımı ile duvar kenarına iliştirilmiş ahşap sedire bıraktı ve:
-Atan, seninle danışmaq isteyir oğlum!... Dedi.
Şamil bey, bir süre şaşkın şaşkın annesine ve telefona baktı. Daha sonra da gayri ihtiyari titreyen eliyle ahizeyi kulağına götürdü. Ne söyleyeceğini, nasıl söyleyeceğini bilemedi. Bir müddet sessiz sessiz ağlayan babasının dinledi. Daha sonra da titrek bir ses tonuyla ;
-Ata!...Diyebildi. Ata, men Şamil’em!...
Şamil Bey, o akşam babası ile aralarında geçen o duygusal konuşmayı ayrıntısı ile anlattı bana. İki gözüm iki çeşme dinlediğimi hatırlıyorum şimdi. O günden sonra ne zaman bu hikayeyi birine anlatsam, bu bölüme geldiğimde göz yaşlarımı tutamam, sesim titrer, duygu fırtınaları kopar gönlümde. Bu nedenledir ki, bu bölümü detaylı anlatmayacağım burada. Zaten o anki atmosferi, hiç bir yazar, hiçbir kelime, ya da cümle ile tam manası ile aktaramaz diye düşünmekteyim. Bu nedenle okuyucularımın affına sığınıyorum.
Uzun cümlelerle konuşamadılar. Sevinç gözyaşları, hıçkırıklar konuşmalarına engel oldu. Bu ne büyük mutluluk diye düşündü annesi. 25 yıl sonra öldüğünü zannettiği eşi karşısındaydı; üstelik de sapasağlamdı. O gece doyasıya hasret giderdiler; kısa sorular ve kısa cevaplarla ayrı geçirdikleri zor yılları anlattılar birbirlerine. Zor da olsa, en kısa zamanda tekrar görüşmek kaydı ile vedalaştılar.
Ertesi sabah herkes olayı öğrenmişti; mahalle bu inanılmaz haberle çalkalanmaktaydı. Sanatçı bayan da çok sevinçliydi. Parçalanmış bir aileyi tesadüfen buluşturmanın inanılmaz mutluluğunu yaşıyordu. Kaderin karmaşık çizgisini, bir anda belirgin, şeffaf, dosdoğru hale getirivermişti.
İsmail bey Azerbaycan’a gitmedi hemen. Orada hala komünist rejimi hüküm sürmekteydi ve Stalin’in cesedi çoktan çürümesine rağmen, Almanlara esir düşenler için verdiği kati ölüm emri geçerliliğini korumaktaydı. Aile de gelemedi İstanbul’a. Demir perdeyi aşıp, başka ülkeye seyahat etmek çok zor bir olaydı o günlerde. Hele de Türk iseniz; hele de gitmek istediğiniz ülke Türkiye ise... Sık sık haberleştiler, gidip gelmeyi başaranlarla birbirlerine hediyeler gönderdiler.
1991 yılında Sovyet Sosyalist Devletler Birliği dağıldı ve Azerbaycan da, diğer Türk devletleri gibi bağımsızlığını kazandı. Aileler, bu sayede kavuşma, tanışma imkanına sahip oldular. Günün birinde İstanbul’da buluşlular. Şamil bey, babasını ilk kez orada gördü, tanıdı. Babasına doyasıya sarıldı; baba kokusunu, baba sıcaklığını tattı. Yeni kardeşlerini bağrına bastı. İsmail Bey de yıllar sonra memleketini ziyarete gitti ama, ömrünün geri kalanını İstanbul’da geçirmeyi tercih etti.
Şamil bey arkasına yaslandı, bir müddet sustu. Yeni bir sigara yaktı, derin bir nefes çekti;
-İşdə mənim hikayem budur. Dedi.
- Bəyəndinmi?
Bir cevap veremedim ilkin. Biraz düşündüm. Bakışlarım, odamızın küçük penceresinden süzülüp, sönmek üzere olan bir mum ışığını andıran eski lambanın, son bir gayreti ile tutunmaya çalıştığı eğri direğin sokak girişindeki silueti ile çakıştı. Öylece kala kaldım bir an.
-Acı bir hikaye. Dedim.
-Öyle!...
-Sonu mutlu geldi ama.
Şamil Bey, bizimle çok uzun kalmadı. İki,üç ay kadar sonra ayrılıp, Azerbaycan’a döndü. Ondan ayrıldığıma çok üzülmüştüm. Bana adresini verdi, yolun düşer belki, gelirsin, bulursun dedi. Ama yolum o günlerde hiç düşmedi Azerbaycan’a. O günden sonra onu bir daha görmedim. Türkiye’ye döndükten birkaç yıl sonra kardeşlerinin izini buldum İstanbul’da. Telefonla görüştüm ve İsmail Bey’in 2002 yılında vefat ettiğini öğrendim. Onu ikinci vatanım dediği bu topraklarda gömmüşler. Şamil bey de, Japon denizinde bir adada çalışmaya devam etmekteymiş.
Şimdi,uzun yıllar sonra Azerbaycan’dayım. Yana yakıla eski dostumu, sevgili Şamil Bey’i aramaktayım. Henüz bir müspet sonuca ulaşmadım ama, ümidimi de asla yitirmedim. Biliyorum ki; bir gün o sıcak bakışı insanla muhakkak karşılaşacağım.
İşte dostlar, hikayemiz burada bitiyor.
Hani, demişler ya;
’’Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş!...’’
Güzel söz.
Şamil Bey’i asla, ama asla unutamayacağım.
Bir tutam hayat-Nisan 2014-Azerbaycan