9
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1360
Okunma
Bir kadın: Yetmiş yaşlarında, omuzlarına kadar dökülen saçları tel tel kırarık, gözünde kalın çerçeveli bir gözlük, oldukça iriyarı, esmere çalan güneş yanığı yüzü; Merdivendeki basamakları ağır ağır çıkıyor, arada bir soluk almak için korkuluklara tutunup dinlenme gereğini duyuyor...
Duruşunda sanki koca bir insan onuru, bir şeyler ona saygı duymanız gerektiği zorunluluğunu uyandırıyor...
Merdivenleri çıkamadığının ayrımındayım. Çıkmasını bekliyorum adımlarımı onun adımlarına uydurmaya çalışarak, yürüyemediğini anladığımda koluna giriyorum usulcacık..
Kadın:
--- Ahhhhh oğlum! yaşlılık işte, birilerinin koluma girmesi gerekmezdi ama yine de sağol...
İkimizde aynı daireye giriyoruz Büyük salona girdiğimizde; Kadın öfkeli bir sesle:
--- İsmail yinemi sen! Nerde bu insanlar! B urası ne biçim parti böyle,hava sıcak diye insanların gezmesi mi gerekiyor?
Adam:
--- Ne yapalım Ana, yine bize kaldı, bende senin gibi kızıyorum ama ne yapayım birilerinin alıp götürmesi gerekiyor. Bu ha ben olmuşum ha sen ne farkeder.
Bende katılıyorum konuşmalara, günlük siyasi gelişmelerden, Tüsiad’ın kamuoyuna sunduğu demokratikleşme paketi, Sabancının kürt dinamiği üzerine söylediği bir söylemi tartışıyoruz. Görünürde oldukça demokratik bir açılım gibi görünüyor ki; İçimizden birileri söyleminin doğruluğunun altını doldurmaya çalışıyor..
Telefon ahizesinin zili çalıyor, İsmail kalkıyor yerinden, geldiğinde:
---Benim Maltepeye gidip bildirileri almam gerekiyor, bir saat kadar burda bekleyebilir misin arkadaş? diyor.
--- Beklerim tabii! diyorum. " Sağol" diyerek çıkıyor odadan İsmail.Yaşlı kadınla konuşmaya başlıyoruz.
Şimdiki devrimciliğin hiçbirşey olmadığından, siyaset üretmenin koşullarının olgunlaştığından, asıl dönemin on iki eylül faşizminin zor koşullarında devrimcilik yapmak olduğundan bahsetmeye başlıyor kadın. Sanki sürekli çağıldayan bir ırmak, belli ki dolu.Konuşuyor, konuşuyor;
Kulakları duymayan bir sessizlikte bir ses algılamış gibi,
"Ben anayım: Bütün devrimci tutsaklar ana derdi bana 83 ’lerde; Bir gün Ankara’daydık, bir gün İstanbul’ da, birgün Mersin’de; Çocuklara (devrimci tutsaklar) tektip elbise giydirmeye çalışıyorlardı, direniyordu çocuklar inada inat, hergün dövüyorlardı. Hiç unutmam gardiyan birgün: Oğlumun iç çamaşırlarını verdi bana, olduğu gibi kan lekesiydi. Çocuğum yıkamaya çalışmış lekeleri çıkarmak için becerememiş, simsiyah olmuştu fanila...
Gitmediğimiz kapı kalmadı, tutuklu anaları olarak: Evren’e, Ulusu’ya, Özal’a çıktık.(Kenan Evren:Dönemin cumhurbaşkanı, Bülent Ulusu:Başbakan, Turgut özal:Bakan) "Çocukların sorununa bir çözüm bulun, bu çocuklara baskı yapıyorlar, işkence görüyorlar, biz anayız dayanamıyoruz, siz büyüksünüz, siz bu devletin başısınız." dedik, olumlu bir yanıt alamadık."
"Ne yapalım, ne yapalım!"diye düşünürken,İnsan Hakları Derneğini kurmaya karar verdik, okumam yazmam yoktur benim, İstanbul kurucu üyeleri arasında bende vardım, Selimiye’de "Albay alptuğ" bey vardı, Sordu bana:
---- Okuman yazman yok nasıl kurucu üye oluyorsun, diye " Parmağımda mı yok" dedim...
Konuşmasının aralarında; " Seni sıkmıyorum de mi oğu! l"diyordu: Bense: " Neden ses alıcı cihazım yanımda değil " diye kızıyordum kendime...
Derin bir of çekerek:
" Şimdiki devrimciler bizim dönemimizi yaşamadıkları için, ucuz pantolon devrimciliği yapıyorlar, ben 61’den bu yana devrimci mücadelenin içindeyim, bıkmadım. Bıkmayacağımda; Lakin böylesi başıboş ortamları, insanların sorumsuzluğunu gördükçe, sol yanıma inme inecekmiş gibi oluyor.
Didar Şensoy’u tanıyor musun?dedi, "evet" dedim.
"Elli altmış kişi anıyoruz onu mezarının başında, halbuki o dönemin olağanüstü koşullarında yılmadan mücadele ederek yitirdi yaşamını, bütün devrimcilerin sahip çıkması gerekirken, onu elli kişiyle anıyorsak yuh olsun bize" dedi. Gözleri dolmaya başlamıştı...
---Peki ne yaptınız o günlerde ana, nasıldı o dönem? siz bire bir canlı tanıklarısınız o günlerin, gerçi bende tanığıyımda ama sizin kadar bire bir içinde değildim olayların... Kadın gülerek:
--- Bıkmasın de mi oğul?
--- Neden bıkayım ki; Aksine zevk alırım seni dinlemekten
--- Didar bana " Koca Kürt" derdi, oda şundan: Telefon kulübesi vardı Mamak cezaevinin kapısında, kar yağmış, her taraf don tutmuş, soğuktan tir tir titriyoruz. Kulübenin kapısı buz tutmuş açılmıyor. Didar zorladı, diğerleride açamadılar kapıyı; " Bir de bana bırakın! "dedim. Omuzumu koyduğum gibi açıldı kapı o günden sonrada adım " Koca Kürt" kaldı...
" Biz derneği kurduk, çocuklar içerde, bomba sesleri geliyor, biz dışardayız, bütün analar... Ana yüreği dayanabilir mi? Kapılara yürüyoruz. yetkili biri geldi bizi yatıştırmaya çalışıyor, bir yandan da söyleniyor " ....pular" diyerek Sonra kesildi bomba sesleri ama bizim ama çocuklarımızın direnişinden onu bilmiyorum, tekrar geldi: " Tamam birşey yapmıyoruz çocuklarınıza, hadi gidin! "dedi. Hep bir ağızdan "gitmeyiz" dedik...
Sonra çocuklarımızı Ankara’ya sevkettiler. Gerekçeside: Örgütlerin davalarını birleştirmişler. Bir kısmınıda Mersin’e.Hadi bir Ankara, Bir İstanbul, bir Mersin, dönüp duruyoruz, salt çocuklarımız yalnız kalmasın, onlara destek olalım, umutları kırılmasın diye; Devletin amacı çocukları dağıtıp bizi yıldırmak. " Ana yüreği yılar mı hiç oğlum, Ana yüreği koşulsuz destek verir evlatlarına! "
Mersine gittiğimizde, İHD’ye uğradım. çocukların cezaevinde baskı ve işkence gördüklerini söyledim, Adam demesin mi:
---Ana birtek senin oğlun mu özel, bütün tutsaklar işkence görüyor...
--- Ben bütün tutsakların anasıyım dedim,daha çok şeyler söyledim. Sinirden elim ayağım titriyor çıktım. Cezaevinin kapısına geldim.İstanbul’dan gelirken çocuklarıma: Tek tek havlu ve kolonya koymuştum. Kapıdaki gardiyan:
--- Bunlar ne? diye sordu
--- Çocuklarıma getirdim. Dedim,
---Bizim devletimiz fakir mi veremiyor mu bunları, ne demeye getiriyorsun? dedi.
--- Ben anayım; Bütün çocukların anasıyım, sizin verdiğinizle, benim getirdiğim arasında fark var, bunlar ana yüreği kokar evladım. Dedim.
--- Alamam yasak,dedi gardiyan,
----Peki ne alırsınız, yiyecek alır mısınız? diye sordum.
---- Alırız. dedi.
Bir hesapladım, içerde on beş çocuk var, gittim bir dönerciye, on beş tane ekmek arası yaptırdım geldim. Önceki adam değişmiş " Bunlar ne, kaç çocuğun var içerde ?" diye sordu bana adam. " On Beş, onların hepsi benim çocuğum, nasıl ayırırım onları birbirinden!"aldılar içeri, çocuklara vermişler, çocuklarda anlamışlar benim geldiğimi," tamam bizim sırtımız yere gelmez artık"diye konuşmuşlar aralarında; Oğlum çıktığında söyledi bunu bana.
Onlara moral veriyorduk o zor günlerinde, biz dışarda, onlar içerde direniyorduk. Selimiye’deyiz:
Çocuklar açlık grevine gittiler, Yirmi Dokuzuncu gün olsa gerek, görüşümüze çıkmıyorlar, bir tür direniş yapıyorlar ama özünde: Biz üzülmeyelim diye çıkmıyorlar görüşümüze, direncimizin kırılacağından, onları caydıracağımızdan korkuyorlar, ne de olsa anayız, dayanabilir miyiz çocuklarımızın kendi kendilerine işkence etmelerine; Açlık grevine gitmelerinin gerekçeside: "tektip elbise" Devlet giydirmek istiyor, onlar giymek istemiyorlar. Askerlerin bağırışlarını duyuyoruz, biz de dışarda direniyoruz,gitmiyoruz Selimiye’nin önünden, hava soğuk ısınacak yerde yok, o soğukta bekliyoruz, arada bir askerler geliyor, bizi uzaklaştırmaya çalışıyorlar, biz direniyoruz." Bizi de alın onların yanına"diyoruz."nihayet aldılar"ne derler tutuklama öncesine;" Hah! gözaltı" gözaltına aldılar bizleri, karnımız aç bir şey vermiyorlar, sigara içmek istiyoruz onu da vermiyorlar. Ben Didar’a:
---Ben hasta olayım, sizde kapıları vurun o zaman gelirler dedim,
--- Tamam "Koca kürt" dedi, Didar.
Gardiyan geldi, yanında polislerde var, birisi:
--- Ne var, ne oluyor burda? dedi,
Didar:
--- Arkadaşımız hasta, kalp yetersizliği var,soluk alamıyor,dedi
Çıkardılar bizi ordan, beni aldılar revire götürdüler, arkadaşlarımda yanımda, Doktor iyiymiş, bize çay ısmarladı, sigara verdi.Yukardan bir yerlerden emir gelmiş, herhalde bizi birinci şubeye götürmeye karar vermişler, Didar:
--- Ne yapalım koca kürt? dedi,
--- Ben yeniden hasta olayım, siz de feryat figan edersiniz o zaman bizi oraya götürmezler ya geri getirirler ya da Selimiye’ye götürürler, dedim.
Arabaya bindirdiler,başladım bağırmaya,ikide bir de soruyorum, " Birinci şubeyi geçtikmi? " diye, "geçtik" denildikten sonra rahat bir soluk aldık hepimiz...
Avrupa parlementosundan mebuslar geldi, bizim alınmamıza büyük tepki gösterdiler o zaman ki Ulusu hükümeti dayanamadı baskılara, bıraktı bizi.
Yine o yaşlılığın getirdiği soluklanmadan sonra;
--- Bıkmadın mı oğul, beni dinlemekten? dedi,
--- Yok dedim başımı sallayarak,halen:neden ses alıcı cihazım yok diye kahırlanarak.
Selimiye’de oğlumun iç çamaşırlarını verdiler elime verdikleri zaman Didar:
---Bunlar tam belgelik, gel derneğe gidelim,tüm basına gösterelim,dedi bana,
Hemen tüm gazetelere haber verdik, birkaç gazeteci geldi, bir de biz analar ,ondan sonra çocuklarımızı dağıttılar, Didar’ın şekeri vardı, bir eylül de meclis binasının önünde yükseldi, " Kurtarın!" demeye kalmadı,"gitti Didar"şimdi adı bile anılmıyor doğru dürüst, halbuki o olağanüstü koşullarda mücadele verdi.Şimdiki mücadelelerde:herşey hazır,zemin var, ortam hazır O zaman herşey bizim aleyhimizeydi ama yaşamak zorunluydu belki, hep okuyup yazmak yetmiyor,yaşamakda gerekiyor iyi bir devrimci olabilmek için.Kolay değil devrimcilik oğul, " Uzun bir maraton, yürek ister koşmak için "
Ağır ağır kalktı oturduğu koltuktan,ısmarlaşarak yürüdü kapıya doğru...
"Analık zor sanattı velhasıl" 16/07/1995
Bu söyleşi kendiliğinden gelişen bir sohbet sonucu oluşmuştu,tamamı,hiçbir katkı koyma gereği duymadan,usumda kaldığı kadarıdır.Fazla etkilendiğimden olsa gerek:bir yerlere yazma gereği duymuştum,eski sayfaları karıştırırken gözüme ilişti. Dünden bugüne değişen dünyanın neresinde soluk alıyoruz diye düşündüm