6
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1310
Okunma


Bir hayalim vardı, "ficcozionanizeral". ’Azrailin kanatlarını kır kimse ölmesin, Tanrının diline lâl vur artık ötmesin, bu masal evet bu masal hiç bitmesin’ diyordum hayalimi düşlerken.
İnsanlara dair engin fikirlere sahip olmadım hiçbir zaman. Ama insanlarıma dair uçsuz bilgi birikimlerim oldu benim. Onları binlerce kez yaşattım zihnimde bir açlık gibi onlarla beslendim gecelerce. Onları düşleyip mutlu oldum, onları cezalandırıp onlar için ağladım, yeri geldi öldürdüklerim oldu, bazı zamanlar bir hayat yarattım; Ufacık bir bebeğin gözlerinde sıfırdan başlattım kendimi. Keskin bir zekam da olmadı benim, doğruyla yalnışı ayırt etmeyi de hiç istemedim. İlginç olan neyse doğrum o oldu. Orta kurumlar sınavından yüz soruda on beş doğru yaparken öss de yalnızca altı yalnışım vardı. Tıp fakültesini aksilik olmazsa on üç sene de tamamlamış olacağımı umarken, Ficcoziona Nizeral’de alkolizmim sirozdan öleceğimi fısıldadı bana. Üstelik sirozun ne olduğuna dair bir fikrim bile yoktu benim.
Yaşadığım günden beri hepimiz gibi farklı olmak için yaşadım. Başardım mı yoksa zaten farklı mıydım bilemiyorum. Fakat insanlar, en azından benim insanlarım farklılıklarıyla fark yaratıp tapınılan karakterler olurken ben yalnızca içime içime kapandım. Kapılarıma zincirler bağladım, kendim için ağladım. Ağlarken dudaklarımda bir tebessüm vardı, göz pınarlarımdansa tek bir damla yaş akmadı. Günden güne elimi eteğimi çekerken gerçek hayattan farklılıklarımla fark yaratmak yerine farklı oluşumu farkedenlerin beni toplumdan, beni kendilerinden uzaklaştırdıklarını gördüm. Yalan söyledim. Onlardan uzaklaşan bendim, övülmeye duyduğum açlık diğer bireylerden gelen övgü sözcükleriyle sadece daha çekilmez oldu. Yalan söylüyorlar beni anlamıyorlardı, karşılığında benimde onları övmemi bekledikleri ’paradokslarını’ fark etmiştim. Artık çare kaldığını düşünmüyordum Farklılıklarımı alıp kendime bir dünya yaratmalı ve o dünyada kendi kendimi tatmin ederek yaşamalıydım. Bunun bana haz vereceğine inandım.Denedim..
Bir dünya yarattım dün gece -bu kendime her gece söylediğim yalan- ne gerçek ne de hayali bir dünya. Yalanlarımın başladığı cümle buydu ve şöyle devam ediyordu; "Bir oyun kurgulayacağım ve hiç oynamayacağım. Oynamadığım bir oyunu asla kaybedemem". Doğruydu, oynanmayan hiçbir oyun kaybedilemezdi, bu ise yalnızca bir kısır döngü doğuruyordu; sürekli olarak oyunu kurguluyor, geliştiriyor ve asla kaybetmiyordum. Zamanla bunun bana gerçekliğimi yitirteceğini asla düşünmedim. Çünkü bu oyunu kurgulamaya başlamışken gerçekliğimi çoktan yitirmiştim.
Tüm bu Ficcozionanizeral macerası bir gözlükle başladı. O gün oyunumun ilk cümlelerini yazmaya başladım. Bir kız vardı, benim için her zaman çok güzel oldu. Belki öyle değildi fakat ben bir kez bir şeyi gördüysem o benim için mutlak doğru olarak kalırdı ve kaldı da. Onun karşıma geçtiğinde pembeleşen yanakları ve neden olduğunu bilmediğim ilgisi benim depremlerime sebep oldu. Parçalandı zihnim yıkıldı duvarlarım. İnsanın sahip olabileceği en iyi şeyin bir başka insan olduğu gerçeğini ilk onunla farketmiştim. Ben o kıza sahip olmak istiyordum, değerlerim ise buna engel olmak için bana yeni duvarlar örüyordu. Boşvermişliğin şafağında fal bakarak ilgi çekmeye çalıştım. Ben gitmiyorsam ona o gelmeliydi bana ben falcı olmuş ve böylece taşımı oynamıştım. Fal masasına oturmuş ve avcımı bekliyordum. Boşvermişliğin başlangıcında daha ne Bükefraç ne de Tarid yaratılmamışken salına salına yanıma geliyordu. Sanki tüm her şey, duvarlar, masalar, sandalyeler ve diğer insanlar o yürürken ona secde ediyordu. Yaklaştıkça atmosferin dokusunda eksilen oksijen halüsinasyonlarımı tetiklemeye başladı; artık o yürümüyordu, bir melek bana cennetten müjde getiriyordu. Hemde ne müjde! cennet kelimesi ismiyle isimlenecekti. Karşıma gelip oturduğunda gözlüklerimi elime aldım. Kız çerçevesiydi gözlüklerim ya da ben öyle inanmıştım -annem erkek çerçevesi olduğuna inandırmıştı-. Henüz belleğim unisex kelimesinin varlığına itibar etmiyordu. O kız çerçevelerini çıkarttım ve gözlerimde kaybolsun istedim. Oysa kaybolunacak güzellikte/derinlikte gözlerimde yoktu benim ama o kraliçemse bende kraldım. Öyleyse kralın dediği olurdu, ol dedim gözlüklerimi çıkartıp ve gözlerimde kayboldu. Öyle tatlıydı ki onu seyretmek, onun ellerini tutmamak için gözlerimden çıkarttığım gözlüklerimle oynuyordum. Uzanıp dokunmamak için gözlüklerimi sıkıyordum. Bir çıtırtıyla irkildik ikimizde. Zaman geri geldi, gözlüklerimi kırmıştım. Utandım, yerin dibine girdim, kıyamet kopsun istedim, kopmuyorsa Allah canımı alsın, almıyorsa güneş tutulsun, tutulmuyorsa zamanı geri alalım ve o gözlük kırılmasın yine de kırılıyorsa kadere inanmak istemedim. O kadar utanmıştımki, öyle kötü hissetmiştimki kendimi. Ona hayranlığımı kelimelerle değil ezik biri gibi gözlüklerimi kırarak anlatmıştım ya dünya artık eskisi gibi olmayacaktı benim için. Nefes aldığım dünyada aklımdan geçenlerin hiçbirisinin olamayacağını biliyordum çünkü bir tanrısı vardı ve ben sıradan bir insandım ama o an hayalini kurduğum düşler bana ’ol’ dediğimde olacak bir dünyanın sırlarını fısıldadı.
Tanrı parçacığını içinde barından bir kafatası, herşeyi mümkün kılabilecek, fizik kurallarından bağımsız ve tanrısının ben olduğum bir dünyayı sunuyordu bana. Bu fikir nefes aldığım dünyanın yalancı, değiştirilemez, kaba ve hantallığına karşılık utanmadan sıkılmadan yaşayabileceğim bir başka gerçek dünya sunuyordu. Tüm her şeyin bir ömür kadar bana ait olduğu uçsuz bucaksız bir dünya. O gün iş çıkışı eve giderken nefes aldığım dünyanın o kadar da değerli olmadığına kendimi inandırarak yeni bir hikayeye başladım. Sonrasında ve hala o kızla beraberim nasıl olduğunu belki başka bir hikayede anlatırım. O gün eve gittiğimde artık bir dünyam vardı ve ben o gün gözlüklerimi değil göz kapaklarımı, gözlerimde ki perdeyi parçaladım.. Artık hiç birşey eskisi gibi kötü olmayacaktı...
Ben artık bir yazardım onu etkilemek için şiirler yazacak ne cümleler edecek bir yazar. Halbuki hiçbir zaman inanılmaz şiirler yazamadım. O da zaten şiirden hiç bir zaman yeterince hoşlanmadı. Bu ise bana engel olmadı. Gerçekten güzel şiirler yazacak şairi ise bu olaydan iki yıl evvel tanıdım ama dedim ya hayalperest dünyam için yazmalıydım, iyi veya kötü yazdım. Yazdıkça o güzelleşti. Ben yazdıkça o benim aradığım kadın oldu. Ben hayalimi besledikçe o büyüdükçe büyüyor bir tanrıça naifliğiyle uzatıyordu bana ellerini. Benim hikayem böyle başladı. Zaten güzel olan bir şeyi, dahada güzel kılmanın bencilliği ve doyumsuzluğuyla kör ve sarhoş bir yola girdim. Kendimi kaybettim, ona giden yolları daha da uzattım, okulumu, işimi, gerçeğimi ve ben herşeyimi ona giden yolun hayranlığına feda ettim.
Bir müddet sonra o dünyayı öyle büyütmüştüm ki gerçek insanlar çekmek istedim içine. O dünyayı anlatabilmek için gerçekle kendim arasında iyi bir yalancı olmam gerekiyordu fakat ben kötü bir yalancıydım. Kader ise bana etkileyiciliği bahşetmişti; güven veren bir yüz ve şiir okur gibi çıkan incecik kadın sesini andıran bir erkek sesi. Bunu kullanarak bir kaç insanı çektim tuzağıma, beğenmediklerimi kaldırıp attım. Mahkemeler kurup idamla yargıladım. Beğendiğim bir tanesini ise hayatıma sokup onunla beraber bu oyunu daha komplike kurguladım. Bir bağımlılıktı artık yazmak. Kendimi beğendirmek amaç olmamıştı hiç bir zaman, ama beğenilmediğim de karşımda ki insan bir mürted bir kafir olarak cezalandırılacaktı. Günün birinde nöbetçi tanrı diye de anılacaktım. Öyle ya ortada ki oyunun tanrısı bendim ve beni beğenmeyen, sevmeyen ve anlamayan herkes ise ’ila cehenneme zümera’ yani cehennem tayfasındandı. Dünyama girip benimle oyunumu kurgulayacak insanla çok vakitler geçirip çok şeyler konuştuk. O hiçbir zaman kendini adayamadı. Benim kaybolduğum gibi kaybolamadı. Bırakamadı hiç kendini. Oysa ben onunla beraberken günden güne dehlizlerimin derinliklerinde eridim. Artık beslenebilen bir hayalettim. Yazmazsam yok olurdum. Kendime biçtiğim kaderde kelimeler susarsa hayatım nasıl devam edebilirdi ki? Çünkü ben ilkin söylemiştim "başlangıca bir kala, sondan bir sonra...Boş bir defter yaprağına damlayacak kelime kalmayınca öleceğim"
Ve o gitti.. Bizi yalnız bıraktı. Artık küçükken oynadığım ve sadece sandalye sayısıyla sınırlı olan çarşaftan evim, kocaman bir dünyanın beş yahut altı kıtasını kaplamıştı. Avusturalya ve Antartika ile ne yapacağımı bilemediğimden çarşaflarımı oraların üzerine örtmemiştim. Ben koca bir dünyayı onunla beraber inşa etmişken o beni bunun idaresiyle başbaşa bıraktığında ben artık ben olmaktan çıkmıştım. Gerçekliğini ve hayallerinin gerçekliğini yitirmiş bir insanın yada belki sadece benim yapacağımı yaptım ve yeni bir dünya yarattım. Onun adı ’FiccozionaNizeral’ idi. Yeni başlangıca eski harflerle önsöz yazamazdım. Ergenliğini otuzuna saklamış kart horoz gibi kalktım ve yeni bir alfabe yeni kelimeler yazdım. Artık dünyama kimse ama kimse giremezdi. Sadece ben okur, ben yazardım.
Aşkın tınısı kulaklarımda uğulduyorken, bir dostun uzaklaşırken bıraktığı iz yüreğimi dağlıyorken ve yeni başlangıca yeni harflerle yeni kelimelerle isim vermişken bir mucize oldu; Tüm gerçekliğimi ve tüm hayali gerçekliğimi yitirmiş ve üçüncü dünyama merhaba dememe ramak kala ben öldüm. Bildiğin fiziksel olarak öldüm. Bir adam, değer verdiğim bir adam geldi ve beni yaktı. Küllerimi ise köşe başında ki çöp kutusuna attı. Hiç düşünmediğim birşey oldu ve yanarken canım acımadı. Öylece tutuştum, tümüyle kayboluyorken birkaç hatıra mırıldandım kendime ve ruhumu teslim ettim.
Sonra aynı adam geldi ve bana yaz dedi. Duyuyor olmak bir mucizeydi. Neyin gerçek olduğunu anlayamamaksa gerçek trajedi. Yıllarımı gerçeklikten sıyrılmak için harcamışken şimdi düşünüyordum; Ben yandıysam nasıl duyuyorum. Ölmediysem neden acı çekmiyorum. Gerçek bu olamazdı ölmemiş olmalıydım. Eğer ölmemişsem yanışım kendi zihnimde benden bağımsız gerçeklerin gerçekleşmeye başladığı anlamını taşıyordu ki, tanrı kanamamalıydı. Tanrı kanıyorsa tanrı olamazdı, tanrı yoksa ben olamazdım. Çünkü tanrı bendim. O zaman ben duyuyorsam tanrıydım, benden bağımsız yaratılan gerçekler ise gerçek değillerdi, onları ben yaratmıştım. Kendi kontrolümü kaybedişimi farketmem ölümümle olmuştu. Ben artık ölmüştüm bunu yeniden doğupta bitirmem gereken okul için oturmam gereken masanın üzerinde ki bir sayfayla anladım.
Bir sayfalık yazının sonunda şöyle bir not vardı Hüseyin Nihal’e ait; "Perde kapandı kalmaya lüzum görmüyorum". Yazının öncesinde Ficcoziona Nizeral’in başlangıcı anlatılıyordu. "Tanrının diline lâl vurdum, Azrailin kanatlarını kırdım, bu masalı ben yazdım". Yanımda ki adama devamını sordum. Bu, bu kadar olmamalıydı dedim devamı olmalıydı. "Evet" dedi. "Saplanıp kaldığın iğrenç yazılarından kurtulmanın senin için iyi olabileceğini düşündüm. Buna beraber karar verdik ve sen bunları yaktın. Bana söz vermiştin hepsini yakacaktın bu kalmış" deyip eline aldı ve son sayfamı da yırttı. İlginç olan benim onların yanışını hatırlamamam değil onun hatırlamıyor olmama tepki vermemesiydi. Fakat o sayfalar gittiğinden beri bu meseleyi kurcalamak istemiyorum. Gerçeklik salt gerçeklik; aşk, dostluk, sevgi, nefret ve daha nice insanca duyguya duyduğum hayvanca açlık beni bu sorgulamadan uzak tutuyor.
Fakat o adam yaz dediği andan itibaren tekrar yazmaya başladım, farkettim ki asla da bırakamazmışım. Ben hala şiir ve bir şeyler karalıyorum. Hatta günün birinde Ficcoziona Nizeral’in nasıl yıkılıp Bükefraç’ın yükseldiğini ve altrnatif bir evrende Alem-i Tarid’de bütün herkesin hikayesini anlatmaya cüret edecek kadar bile karalayabilirim.