11
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1209
Okunma

Sabırsızlıkla, merakla, hüzne arkadaş kılınmış tuhaf bir heyecanla beklenen trenin gelmesine çok az bir zaman kalmıştır artık. İstasyonda mahşeri bir kalabalık gözlenmekte. Açıldığı 03 Kasım 1890 tarihinden bu güne kadar böyle bir kalabalığı yaşamayan Sirkeci tren garı, tarihe şahitlik yapmanın haklı gururunu yaşamaktadır o gün.
Zaman geçmek bilmiyor, kalabalığın sabırsızlığı hoş manzaralar sunuyor meraklı bakışlara. Bayram yerini andıran bekleme salonunda uğultudan durmak mümkün değil. İnsanlar birbirlerine seslerini duyurabilmek için biraz daha yüksek perdeden konuşmak zorunda kalıyorlar, bu durum da, gürültü kirliliğini olabileceğin en üst noktalarına taşıyor.
Bir köşede, Birinci marka filtresiz sigarasını yakmış bir köy delikanlısı, hayallerini doldurduğu tahta valizinin üzerine oturmuş, bakışlarını zemini kaplayan ve çok da bakımlı olduğu söylenemeyecek olan kırık karolara dikmiş,kafasındaki bin bir düşünce ile sarmaş dolaş olmuş vaziyette. Şüphesiz ardında, köyünde bıraktıklarını, anasını, babasını, belki yavuklusunu düşünmekte.Ya da, apar topar peşine takıldığı bir belirsizliğin getireceği duygu yoğunluklarının göğüslenmesi planları kurgulamakta kafasında. Gözlerine takılı kalan ve bir meçhule uzanışın ürkekliğini ap açık yansıtan yorgun bakışlarını insanlardan gizleme çabasında belki.
Diğer tarafta, küçük bebesine sım sıkı sarılmış, sıcaklığını, kokusunu, bakışlarını, yüreğinin en nadide köşesine nakşetmeye çalışan bir baba. Onun da gözlerinde sevdiklerinden ayrılacak olmanın getirdiği yağmur bulutları gezinmekte.Belki de ilk kez onlardan, sevdiklerinden, sıcak yuvasından ayrılıyor; ekmek parası kazanabilmek için, tanımadığı insanların, tanımadığı hayatlarına , alışagelmediği bir yöntemle, paldır küldür girmeye hazırlanıyor.
Analar, babalar perişan; eşler, göz yaşı dökmekte; bebeler, babalarının paçasını bırakmaya niyetli değil...Böyle bir vedalaşma töreni, belki de Türkiye’de ilk kez yaşanıyor.
1960 lı yılların başındayız. 2.Dünya Savaşından perişan halde çıkan Almanya, Konrad Adenhauer önderliğinde ekonomisini yeniden toparlamış ve bu toparlanma sanılanın tam aksine, savaşta karşısındaki cephede yer alan ülkeler yardımıyla olmuştur. Sovyet Rusya’nın Komünist rejiminin Avrupa’da güçlenmesi Amerika’nın işine gelmemiş, bu nedenle de Almanya’ya ekonomik destek vermiş, ülkenin yeniden ayağa kalkmasına yardımcı olmuştur.
Savaşta çok büyük insan kaybı yaşayan Almanya, ekonomisinin hızla gelişmesi sonucu çok büyük bir iş gücü açığı ile karşılaşmıştır. Bu iş gücü açığını, başka ülkelerden geçici işçi transferi ile kapama yoluna gitmiştir. Bu ülkelerden biri de, tarihi ilişkileri hep olumlu yönde seyreden Türkiye olmuştur.
31 Ekim 1961’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Almanya Federal Cumhuriyeti Devleti arasında “Türk İşgücü Anlaşması” imzalandı ve ilk Türk işçi göçü bu yıl dahilinde Sirkeci’den, Almanya’nın Dusseldorf şehrine yapıldı. Tüm insanımız, vasıflısı vasıfsızı, çiftçisi köylüsü, şoförü esnafı herkes, önerilen ücretin cazibesine kapıldı, bilinmeye bir memlekete, bilinmeyen bir medeniyete, bilinmeyen bir kadere doğru gözü kapalı, yatağına sığmayan bir nehir gibi akmaya başladı.
Kalabalığın homurtusu, tiz bir tren düdüğü ile birden kesildi. Ardından, Gülhane Parkı’nın yüksek ve tarihi ağaçlarını arkasından gök yüzünün pürüzsüz maviliğine doğru yükselen kesif bir duman, beklenen trenin aheste aheste istasyona yaklaştığını haber verdi.
-Raylardan uzaklaşın, çocuklara mukayyet olun! Diye seslendi gar görevlisi yüksek sesle. Tren durmadan, yolcular inmeden binmeye kalkışmayın.
Meraklı bakışlar hep beraber batı istikametinde uzanıp giden, kirli, yağlı tren yoluna çevrildi. Çok geçmeden siyah renkli, alabildiğine hantal, hiç de şarkılarda, şiirlerde anlatıldığı gibi sevimli olmayan; tam aksine itici, hapishane hücrelerini hatırlatan küçücük odalarla dolu kocaman bir tren, yavaş ve mağrur bir yürüyüş ile önlerine kadar geldi ve kulakları rahatsız eden metalik bir ses çıkararak durdu. Her tarafından dumanlar yükselen bu sevimsiz makine, biraz sonra hepsini sevdiklerinden koparacak, hasret ve özlem dediğimiz o acılı, fırtınalı, karanlık denizin kucağına çaresiz bırakıverecekti.
Trenin homurtularının sona ermesi ile birlikte insanlar, gar görevlisinin biraz önceki ikazlarına hiç kulak asmadan, bir an önce yerlerini bulabilmek, eşyalarını yerleştirebilmek telaşı içinde birbirleriyle yarışmaya başladılar. Trenin daracık merdivenlerinden inenler, çıkanlar; pencerelerinden sarkanlar, eşya transferi yapmaya çalışanlar, bir hengamedir alıp başını gitti.
Tüm bu karışıklık esnasında,en arka vagonun merdivenlerinden yavaşça aşağıya süzülen, yere ayakları değdiğinde de hiç kimseye aldırmadan eğilip kirli beton zemini, yavrusunun al yanağını öper gibi büyük bir şevkle doyasıya öpen adamı kimse fark etmedi. Zira herkes kendi derdine düşmüştü.
Çömeldiği yerden epeyce bir süre kalkmadı adam.Bakışlarını ve avuçlarını yerden kaldırmadan, toprağın sıcaklığını ta yüreğinin derinlerinde hissetmeye çalışarak, uzun bir süre sessiz sesiz gözyaşı döktü. Gidenlerin arkasından yakılan feryatlar arasında, İsmail Bey’in vatan diyebileceği bir toprak parçası için döktüğü gözyaşları sessiz sedasız kaybolup gitti. İnsanlar vatanlarından ayrılmanın üzüntüsünü göz yaşları ile tescillerken o, bir vatan bulmanın sevincini yaşamaktaydı.
II. Dünya savaşı sonrasında, bazı ülkelerdeki istikrarsızlık ve ideolojik sorunlar nedeniyle çok sayıda insan ülkelerini terk etmek zorunda kalmış, evini barkını yitirmiş ve mültecilik, oldukça büyük bir sorun olarak dünyanın, bilhassa Avrupa’nın karşısına dikilmiştir.. Bu nedenle 28 Temmuz 1951 yılında, mültecilerin başka ülkelerce kabulünü içeren Cenevre Sözleşmesi imzalanmış ve Türkiye’de bu sözleşmeye imza atan ilk 26 ülkeden biri olmuştur. Türkiye, sözleşmeyi 29 Ağustos 1961 tarihinde, 359 sayılı kanunla onaylamıştır.
Türk Büyükelçiliğinde hatırlı dostları bulunan Monsieur Lion, gerçekten çok sevdiği dostunun daha fazla acı çekmesini engellemek için konuyu araştırmış, gerekli girişimlerde bulunmuş; onun,Türkiye’ye mülteci olarak kabulünü sağlamıştı.Zamanı geldiğinde İsmail Bey ile vedalaştı, cebine hatırı sayılır bir sermaye de koydu, Türkiye’ye gönderdi. Böylece İsmail Bey, sadakatinin, dürüstlüğünün, çalışkanlığının karşılığını, daha sonra ikinci vatanım diye adlandıracağı ve öldüğünde gömüleceği Türkiye’sine kavuşarak almıştı.
İstanbul’a uyum sağlaması zor olmadı. Kısa zaman zarfında Kapalı Çarşıda bir iş buldu kendine. Sarrafların yanında çalışmaya başladı. Hünerlerini gösterdi, çevre edindi, sevildi, sayıldı. Çok kısa bir zaman sonra da kendine bir iş yeri açtı. İsviçre’de öğrendiği mesleği sayesinde kısa zamanda başarılı ve aranan bir sarraftı o artık. Yeni ve candan dostları oldu.
İsmail Bey’in, uzun yıllar gülmeyen yüzü güler olmuştu nihayet. Yeniden mutlu günler çaldı kapısını, evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Hüzünlerin az, tebessümlerin çok olduğu günler yaşadı ama, içindeki ölüm korkusu hiç, ama hiç eksilmedi. KGB den hep korktu, hep kaçtı hep saklandı. İstanbul’daki Azeri derneklerine kayıt oldu, onlara elinden geldiğince yardımlarda bulundu, her türlü faaliyetlerine dahil oldu ama, kimliğini asla açıklamadı. O sadece bir Azeri dostu olarak kaldı, öyle yaşadı.
Zaman hiç yerinde saymadı; yıllar, coşkun akan bir ırmak misali geçip gitti kendi bildiğince. Şamil Bey, artık yirmili yaşlarda, genç, yağız bir delikanlıydı. Baba sevgisinden mahrum büyümenin ezikliğini hep içinde hissetmişti. Oysa ne çok isterdi savaşta ölen babası ile koşup oynamak, omuzlarına tırmanmak, babacığım diyebilmenin zevkini tatmak. Annesi, eşine olan derin sevgisinin hatırına, bir daha hiç evlenmedi. Çocuklarına hem annelik, hem babalık yaptı. Sevgili eşinin anısını, kalbinin en müstesna köşesinde, hiç azalmadan, hiç eskimeden, hep taze sakladı.
Zamanın bir yerinde, hiç umulmadık bir anda, gerçekleşmesi imkansız gibi gözüken bir olay, kara yazılan kaderlerin, aniden nasıl renklenebileceğinin, karanlıkların aydınlıklara nasıl dönüşebileceğini bir kez daha gözler önüne serdi uzak bir coğrafyada. İnsanları, seven gönülleri, sevimsiz günlerde, gecelerde zalimce birbirinden nasıl ayırıyorsa kader, bazen de bir kaybolmuşlukta ansızın yüz yüze getiriveriyor.
-Yatma vakti!...
-Yapma!..En heyecanlı yerindeyiz yahu!
-Yarın iş bizi bekliyor.
-Çok insafsızsın yahu Şamil ağabey.
-Yürü yat,şimdi kızdırma beni!...Anlatmam bak ha!...
-Tamam,kızma!...
-Sen yatmıyor musun?
-Hayır, biraz yalnız kalmalıyım!...
Şamil Bey’i, o gece orada düşünceleri ile baş başa bıraktım. Belki gözyaşlarıyla da...Soğuk odamda yatağıma büzülüp, hem uyumaya, hem de ısınmaya çalışırken, hala aklımda zavallı İsmail Bey vardı. Onun çileli yaşantısı gözlerimin önünden geçip gidiyordu. Yağmur yine başlamıştı ve ben az sonra, yapraklara, camlara, saçaklara çarparken çıkardığı o tarifi mümkün olmayan güzel melodi eşliğinde uykuya dalmıştım. Vatanımdan uzak, sevdiklerimden uzak, hüzünle bir güne daha gözlerimi kapamıştım.(Devam edecek)
Bir tutam hayat-14.02.2014-Azerbaycan