6
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
1724
Okunma


Sessizlik parçalanmanın sesidir. Kulakları sağır edercesine bir feryattır duymak istemeyene, kendi ağzından çıkmaya hazırlanmış bir çığlık kadar yakın ve uçurumlara göz dikmiş sakin bir kartal kadar uzak. Bir maskeden düşen onlarca değişik yüzdür sessizlik. Kimseyi getirmeyen ve kimseye götürmeyen çıkmaz bir yoldur. Bütün doğumlar ve bütün ölümlerdir. Senin her terkedilişin, yetmez, her terkedilişindeki hemen unutuluşundur. Sessizlik, düşmeye en yakın durduğun anda elini tutmaya uzanan, hani o kadim zamanlardan beri kimsesizliğine sevdalı olan kıskanç ve acımasız hiç bir şeysizliğindir.
Sessizlik, yüreksiz gidişler tarafından umursamadan bırakıldığın harabeler içinde bir başına bütün yönleri kaybetmek, sessizlik, arafta sorgusuz sualsiz cehenneme yaklaşmanın ayak sesidir. Duydum, gözlerimi sıkıca yumdum, gürültü yapmadan öylecene kıpırtısız bekledim, beni farketmeden geçip gitsin istedim, dua ettim, bildiğim bütün duaları ettim. Seni aradım karanlıkta, elini tutmak istedim, sıcak ve yakınımdaydın, nefesini duyuyordum, gözlerim yaşardı, şükrettim, seni bana beni sana yazana, kaderimi seninle mühürlemesi için bir kez daha yakardım. Sessizlik yaklaştı ve durdu, nefesimi tuttum, asırlar ve asırlar geçti. Gözlerimi açtım, gitmişti, şükürler olsundu, bir daha uğramasındı, olup olacağın hepsi bu olsundu. Sana döndüm. Gözlerim yaşlı, bir felaketin kıyısından dönmüşcesine ellerimi ellerine, başımı göğsüne, ömrümü ömrüne bırakmak, sadece benim olan ruhuna kapanarak hıçkıra hıçkıra ağlamak için sana döndüm. Sensizlik, bir hoşçakal bile demeden gidişinden mahçup, sessizliğin siyah gölgesine saklanarak terkedişinin suçlusu sanki kendisiymiş gibi gözlerini gözlerimden kaçırarak, omuzlarını düşürmüş, yalnızlığımın duvarına yaslanmış öylecene duruyordu.
Sonra, sabaha hiç ulaşmayan gecelerimden birinde, körlüğümün ellerinden tutup beni idrakin cümle kapısına getirip bıraktı sensizliğim. Avluda, eninde sonunda geleceğimi bilen sabırlı ve çilekeş dervişler gibi beni bekleyen gerçekler hilal biçimi sıralanmış fısıltılarıyla, anlat hadi dediler. Anlattım anladığımı.
“Gitmesi aslında “bensiz git“ deme cesareti olmadığındandır. Anlar, gülümsersiniz. İçinizde ne kadar İstanbul varsa önüne katarak uzaklaşan siluetini seyredersiniz. Kadim dostlarınız yalnızlık ve hüzün iki elinizden tutar, gidişinde saklı cümleyi duyarsınız birden; “haklıymışsın, ben o uzak derinlere gelemezmişim”. Neden o zaman, neden? diye sormak gelir içinizden, ama o kadar çok soru işareti vardır ki o nedenlerin ardına eklenecek, vazgeçersiniz. Gelemediği o derinliklere, yanıbaşınızdan hiç ayrılmamış ölüm kadar tanıdık hiçliğinizle dalarsınız. Umut sizi yolculamaktan bıkkın, bir daha ve yeniden elleri cebinde, omuzlarının arasına kıstırdığı başını sabah serinine teslim ederek uzaklaşırken kıyıdan, son kez baktığınız Galatanın ışıkları sonsuza kadar söner içinizde. Bir sonbahar akşamının parçalanmış sessizliğine saklanarak çekip gidenler gibi, İstanbul da yokluğunuzun farkına varmaz. Üsküdar ezanları susar, sizsiz telaşlarıyla hayat, Zeyrek’den Haliç’e doğru gözyaşlarınızla birlikte akarken, gün en çok ve belki de yalnız sizin pencerenizden eksilir“.
Dününde de, gününde de olmadığım, gecesinde ve yarınında da olmayacağım bütün ondört şubatlar sana kutlu olsun canım der içimdeki kırgın ses. Yine bir şubat sabahı, Güzel Atlar Ülkesinde, hiç bitmeyecek sandığı bir sevdaya nasıl uyandığını hatırlar yüreğim. Devamını getiremem, sensizlik içimin sessizliğine kurşun gibi saplanır, susarım.