2
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
787
Okunma
...
Arabadan ilk inince yeri öptü, dudağına bulaşan çamura aldırmadan. Dudağını inceden inceye içine çekip bu toprağın asırlardır varmadığı kadar tadına varmak istedi. Eğildiği yerden doğrulup, faytoncunun avuçlarına yamalı kesesinden çıkardığı bir şeyleri sıkıştırdı. Alnından kaşlarına sızan kahverengi sular, önce kirpiklerine ardından yanaklarına süzülürken, öylece kalakaldı olduğu yerde.
Uzaklaşan atların nal izleri toprakta mühür gibi kalırken, yeniden çiselemeye başlayan yağmur fayton tekerlerinin izlerinden başlayıp her şeyi yeniden silmeye başlamıştı.
Sıvası dökük evin avlusunda salındı bakışları, yıllanmış dut ağacı, kırık kilitli dış kapının aralığından göründü. Belki eski heybetini yitirmişti belki de mevsimsel bir büzüşmeydi, yapraksız eğik dalları.Ya da kim bilir o da yorulmuştu bu kadar yıllara karşı dik durmaktan.
Eliyle çürümüş kapıyı itip iyice araladı. Ellerindeki toprak biraz bulaştı dünlerinde girip çıktığı kapıya. Kapı tanıdı bu ellerin sahibini, bakır tokmağın başında duran bir aslan başı dirilebilse kükreyip hoş geldin diyecekti. Sustu kapı, çalınmadı o eski tokmak. Aralık kapıların gıcırtısı karıştı çiseleyen yağmura…
Kapının önündeki eski bohça konuldu ağacın dibine. Parmaklarıyla dokunarak ağaca, anılarına daldı faytondan inen. Başını çevirip, kırık pencerelerin, sağlam kaldığı zamanların düşlerinde gezindi ansızın.Issızdı ortalık, sessizce ortalıkta gezinen ölümlülerin diri ruhlarını sayılmasa eğer…
Örümcek ağları, yitik bir zamana tül perde olmuştu onca zaman.Durmuş saatlerin akrebi on ikiye az kala yelkovana selam durmuş. Rüzgar üfürüp mumları söndürmüş, şöminede eskiden kalma küller ve her şeye inat duvar duran taze fotoğraflar… Gülümsemelik pozlarla kadar iyimserler.
Raflardaki birkaç kitabı ısınmak için şömineye atarken kara dönüşmüştü dışarıda yağan yağmur. Gecenin karası, iklimin rengiyle sarmaş dolaş gezinirken; içerde gölgeler, derinde eskinin izleri her seferinde yalpalayıp yalpalayıp ateşe düşüyordu. Küller pencereden içeri sızan yele karışıp orta bir yerde raks ederken, cılız bir IŞIK simi dökülmüş aynaya yansıyordu.Yıllarca insan yüzü görmemiş bir aynanın, mahzundu çehresi.
Ellerini bir iki ısıtıp, avuçlarının içine birkaç kez tükürdü. Tükürüğün sesi duvarlar bulaştı, eskiyen sıvanın artıkları döküldü ahşap zemine. O aldırmadı, ayak bileklerindeki prangalardan kalan pasları silmeye devam etti. Pasların bir kısmı, kabuk tutmuş yaraların tamamı öylece kaldı zincirli zamanda.
Gözlerindeki torbalanan geçmişini aramak adına , kara aldırmadan çıktı dışarıya. Nefesindeki buhar salındı etrafında sonrasında kayboldu bir zamanki geçmişi gibi. Aklına Ağlayan Meryem geldi birdenbire… Sarsıldı dizleri, yürümek Tanrı’nın yolunda güç verir dedi kendi içinde. Doğruldu yeniden.
Kar kaplamış dut dallarının altından geçip, çıktı dışarı…Parmaklıklar arasından gökyüzünü izlediği zamanlar gelip aklına, ısıttı içinin bir köşesini. Ama o hep üşüyen göğsünün zulasına sarılıp yürüdü öylesine.
Kaskatı kayalıklar,yastık niyetine başlara konulmuş taşlar. Bahardan ekilmiş buğdayın kökü, toprağın kabarmış göğsü ve ninni söyleyen kar tanesi uyumakta bir kış ortası…Etrafta suskun çığlıklar, deli türküler, rahiplerin şaraba batırdığı kutsal ekmeğin sessizliği….Arkada kalan yalın ayak kar izleri…
Son perdesi kapanan dualardan olacak ki gelip oturdu bir kenara yarı çıplak. Hücresinde biriktirdiği kelebek ölülerini serpti hiç tanımadığı mezarın üstüne…. Uzamış tırnaklarının içine dolan toprağa gücenmeden tüm gücüyle eşeledi… Zulasındaki fotoğrafı gömüp, çıkıştaki İsa heykelinin önünde eğilip selam verdi…
Bir gece yarısı, ne onu getiren o faytondan izler, ne maziden ezgiler kalacaktı, bir rahibe çalmadan kapıyı girmeseydi eğer, koca bir mezarlık üşüyecekti öylesine bir kış üstü pranga izliyi…
“sallama öyküler, klavye yorgunluğu…”