4
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1623
Okunma

Hep yalnız kalamazdım elbette.. Hayat beni de bir yerlere yerleştirecekti mutlaka.
Sabah saat 10’da babam eve gelmiş hadi gidiyoruz demişti bile.
O kadar heyecanlıyım ki içim içime sığmıyor yerimde duramıyorum. Babamın söylediğine göre sekiz saatlik bir yolumuz varmış.
Sonunda ben de nereye ait olduğumu görebilecektim..
Arabaya bindik şoför tanıdık olmanın verdiği bir sıcaklıkla yüzüme gülümsedi. Sanırım babam ona da ilk kez köye gideceğimi söylemiş olmalı ki
- Heyecanlı mısın ufaklık dedi
- Evet dedim bazıları yer yer çürük dişlerimi göstere göstere sırıtarak.
Beni hep araba tutar. Hiç sevmem yolculuğu. Ama ne hikmetse en çok yolculuk etmekte bana nasip olmuştur. O yüzden yolun çoğunu yarı uyuyarak yarı mide bulantısıyla geçirdim.
Ama uyanık olduğum birkaç saatte gördüğüm manzaralar beni kendimden aldı adeta .Sürekli sahilden yolculuk ediyorduk ve sol tarafımızda ki denizin biz yol aldıkça köpükleriyle bize el sallaması bana içine girme ihtiyacı doğuruyordu ve o küçük çocuk kalbim heyecanla titriyordu. Kafamda neler neler dolaştı bilemezsiniz. Ama Eylül ayında Karadeniz’e girmek bir nevi intihar demekti. Dalgalar neredeyse kenarlara örülen duvarlardan yolara taşacak kadar artardı bazen. Karadeniz tehlikeli bir denizdi.. Tıpkı benim gibi. Ne zaman ne yapacağı hiç belli olmazdı.
Sağ tarafımızda şehirler akıyordu arada bir ve o Karadeniz’e özgü ıssız yollardan geçip birden karşınıza çıkan ilçeler şaşırtıyordu insanı. Yol kenarlarına uzanan arazilerin çoğunda fındık ağaçları ekiliydi. Daha önce fındık ağaçları görmüştüm ama Karadeniz’in doğusuna gittikçe fındık ağaçlarının devasa boyutlara ulaştığını gördüm. Bizim oturduğumuz yerde elimizin uzanacağı kadar dallarda olurdu halbuki. .Derken asıl manzara gözlerimizin önüne serildi.
Çay.. Hayatım da ilk kez görüyordum. Yemyeşil nerdeyse aynı boyda küçük küçük ağaçlar. Uzaktan bakınca o aynı boyda ki ağaçların üstünde yuvarlanma hissi veriyordu insana. Peştemal deniyormuş bellerine doladıkları kırmızılı siyahlı örtüye.. Kadınlar bellerinde o örtülerle çay topluyorlardı. Bazılarının ellerinde tuhaf kocaman makaslar vardı. Bu makasların altına yine kocaman torbalar bağlıydı. Makasla kestikleri çaylar kendiliğinden torbanın içine düşüyordu. Babam bir süre arabayı durdurup izlememe izin verdi. Hatta koşarak tepeye çıkıp birkaç dal çay koparmama da müsaade etti.. Elimde tuttuğum yeşilin en tatlı rengine inanamayarak bakıyordum.. Kim derdi ki bu işlendikten sonra bardaklara doldurup içtiğimiz kan kırmızısı çay oluyor diye.
Babam buraya kadar gelmişken sarp sınır kapısını görmeden geçmek olmaz dedi. Şoför ağbi başını sallayıp yolu değiştirdi.. Bu anlatacağım ne yazık ki eski Sarp yoludur..Gürcistan sınırı açıldıktan sonra yeni sınır kapısı yapılmış.
Bu sefer yine deniz kenarından ama daha içlere doğru yol aldık. Derken deniz tükendi artık görünmez oldu.. Hepimiz yeşilin ne olduğunu biliriz.. Ama ben iddia ediyorum ki Karadeniz’in doğusunda ki yeşili hiçbir yerde göremezsiniz. Hava o kadar rutubetlidir ki çoğu insan rahatsız olur. Sürekli yağmur yağar ve insanlar burunlarının dibinde ki denizden istedikleri kadar yararlanamazlar bile. Sarp denen yere geldiğimiz de resmen büyülenmiştim.. Yeşilin her tonu mevcuttu. Sınır denen yerde bir köprü vardı. Köprünün yarısı kırmızı beyaz boyanmıştı. Yani güzel bayrağımızın rengine.. Diğer kısmı Rus bayrağını temsil ediyormuş. Tam ortadan beyaz bir boya ile ikiye bölünmüştü.. Hemen karşıdan Rusya’nın o kocaman devasa binaları görünüyordu. Ama babamın dediğine göre boşmuş. Köprünün iki ucunda da gözetleme kuleleri mevcuttu. Biri bizim Mehmetciğimizin beklediği kule diğer kulede Rus askeri. Tam köprünün ortasına geldim babamın fazla yaklaşma ikazlarını kulak arkasına atarak. Beyaz çizgide durdum. Muzırca parlıyordu gözlerim. Şimdi dedim kendi kendime bir adım atsam karşıdayım. Düşüncesi bile müthiş heyecan vericiydi.. Rus asker görüyor mu diye başımı kaldırdım ve ne görsem iyi.. Asker sanki yapacağımı anlamış işaret parmağını bana sallıyordu.. Ödüm koptu. Koşarak babamın bacaklarına sarıldım. Bir yandan da babama göstermeden dönük askere nanik yapmaktan da geri durmadım tabi.
Bu güzel yerden esefle ayrıldık. İnsan saatlerce bu temiz havada oturmak istiyor. Tekrar yola çıktık ve deniz bize göz kırparken yönümüzü bu sefer dağlara çevirdik. Başladık tırmanmaya. Sonunda araba öyle ilginç bir yere geldi ki resmen şok oldum. Bunu nasıl anlatmalı bilmem görmek lazım bence. Eskiden oyuncak trenim vardı. Rayları yuvarlak şekilde döşenirdi ve tren pille çalışırdı bu raylarda döne döne giderdi. İşte geldiğimiz yer böyle bir şeydi.. Bir dağı en alttan başlayarak döne döne en tepeye çıkıyordunuz. Yukarıdan baktığınızda en alt yolu görmeniz mümkündü. Dağın en tepesin de büyükçe bir bina vardı. Buraya Cankurtaran deniyordu. Hayretler içinde manzaraya bakıyordum. Hemen karşıda uzatsam elimi tutacakmışım gibi duran deniz güneşi yavaş yavaş yutarak içine alma telaşındaydı. Heyecanla babama döndüm ve
Babacığım burası ne kadar güzel bir yer üstelik kocaman bir evde var.Ne işe yarıyor ki dağın başında bu ev dedim.
Annemle babam biraz buruk bir ifadeyle yüzüme baktılar.
Babam , Kızım burası tehlikeli bir yer.. Çoğu zaman ortalığı göz gözü görmeyecek kadar koyu bir sis kaplar. Öyle durumlarda geri dönmek isteyen araçlar aşağıya inmezler, buraya çıkanda yoluna devam etmez ve burada mola verir dedi.. Çok mantıklı gelmişti bana.. Ah ne güzel düşünmüşler.
Annemi uçurumun kenarında durmuş ellerini açmış dua ederken görünce çok şaşırdım. Duası bitip elini yüzüne sürdüğünde
- Ne oldu anneciğim neden dua okudun ..Herkesin dua mı etmesi gerekiyor burada yoksa dedim.
Annem gözlerinin nemini elinin tersiyle silip
- Hayır yavrum dedi.. Burada benim kayıplarım var.. Onların ruhlarına okudum.
Kayıp… Ne demek kayıp.. Kaybolmuşlar mıydı yani?
Annem merak içinde ki bakışlarıma daha fazla dayanamadı ve anlatmaya başladı.
Bundan üç dört sene önce dört öğretmen görev için bu dağdan aşağıya inmeleri gerekmiş. İşin en acı tarafı dördü de evin tek evladı. Biri benim teyzemin kızının eşiymiş meğer. Ben daha onları hiç görmemiştim. Ben zaten hiçbir akrabamı görmemiştim ki.. Dedemle bile ilk kez tanışacaktım kısmet olursa köyümüzde. Enişte Daha 29 yaşında. Diğerlerinin en küçükleri 22 yaşındaymış. O akşam çok sis varmış ve farkedemeden arabaları uçuruma yuvarlanmış. .Etraf da in cin top oynadığı için kimse farketmemiş.
Arabada ilk uyanan rahmetli enişte olmuş. Burnu bile kanamamış meğer.. Bakmış öbürleri yaralı yardım getirmek için o dağı elleriyle tırmanmış saatlerce. Sonunda tepeye ulaştığında hemen o binaya gidip yardım istemiş. Herkes el birliği ile yardıma koşmuşlar. Enişteye sen gelme burada dinlen demişler. Yardım ekibi dağdan aşağıya inerken korkunç bir patlama duyulmuş. Araba alev almış. Ve üç gencecik öğretmen orada yanarak hayatlarını kaybetmişler.. Ekip üzgün bir vaziyette geri döndüğünde bizim eniştenin de öldüğünü görünce şok olmuşlar.. Meğer rahmetli enişte beyin kanaması geçiriyormuş ve kimse bunu farkedememiş. Vadesi mi tükendi bilinmez ama dört öğretmen genç de cankurtaran da böyle can vermişler.
Çok üzülmüştüm. O yüzden oradan hala nefret ederim. O ilk hayranlıkla seyrettiğim manzara artık bana sadece hüzün verdi çünkü.
Beraberce yola devam ettik.
Babam,
- Kızım önce bir haftalığına annenlerin köyüne gideceğiz.. Hem annen hasret giderir ablalarıyla hem de sen de oraları görmüş olursun dedi.. Çok hoşuma gitmişti bu durum.
Ne güzel meğer benim iki köyüm varmış.ı.
Hiçbir yere ait değilken artık iki yere aittim.
Ben buralıydım. Artvinli yani.
Ayvazım DENİZ