5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
718
Okunma
Biz ki o sevdiğimiz göğe bakarken, gözlerimizi hiç ama hiç yere indirmedik, onca severken toprağın kokusunu. Alnımızda kurak gecelerin derin çizgisi ve karşımızda paslı parmaklıklardan arta kalan koca bir karanlık, kuru ekmeğimize katık ettiğimiz soluk nefesimiz… Çok ama çok şeyimiz vardı söylenmemişliğimizi içine döktüğümüz….
Kimisi bir saksının içindeki yeşili, kimisi kafesleri yırtan bir kanaryayı beslerken kendi kendine,,, duvarlara çizilen çeltik izlerinden daha çok ezberlemiştim zulasına sakladığı resimleri gizli gizli öpenleri…
Uykusuz ranzalara takılmış prangaların şıngırtısından olsa gerek ki herkes uyur numarası yapardı her seferinde herkes etrafındakilere. İşten atıldığı sıra kaybettiği sefer tasının içine beynini koyan bir işçi küflü duvara yakın bir yerde gündeliğini hesaplaya dursun, Dursun elindeki radyodan af haberlerine ilaç olsun diye şiirsel şarkılar dinlerdi hiç durmadan. “Haliçte bir vapuru öldürmüşler, Topal Rıza hariç herkes görmüş, Şaşı Tayfur, Kör İsmail…”
Oysa biz mavi nedir hiç bilmedik. Maviyi ya da diğer renkleri düşünmeye bile fırsatımız olmadı çoğu zaman. Tuzlu terimizden kalan ince derilerimiz çalışmaktan kemiğimize yapışırken, biz hep kutsal bildiğimiz tarladan çıkan bulguru yedik. Yumruğumuzda acı soğanın yaşları, ufacıktık… Bu yüzden yağmurun türkülerini hep sevdik, eskiden beri…Ve zamanı eskitmeden…
Neyse …( Neysesiz bir paragraf yazabilseydim prangasız…)
Otuz üç taneydi tanesindeki tespih, kopup dağılmasaydı eğer yerlere, bu kadar eksik dua etmeyecektim. Ki yaradan şahit ipi ben kesmedim, ya da ben yağlı ilmek örmedim kiraz dibindeki tekme yiyen sehpa şahit.Yemin bile edebilirim.
Beş adım , dört köşe, tek tavan, karşımda zincirli kuyu, etrafta her yana işlemiş rutubetten arta kalan yosun kokusu. Sabah daha yüzünü göstermemiş ama yine de gök kızıl, sanki dün akşam ki dolunayın öldürülen bedeninden kalan kanlar.
Bir de burada erken kalkanlar..bir uçurum kenarında uyanmış martılar bir de gardiyanlar. Oysa biz de öyle bir uyumak istedik ki haksızlık karşısında “ant olsun ki kutsal adalet yere ininceye dek bizi yaşarken öldür, kıs nefesimizi durdur atan yüreğimizi.Bize o an bir kelebek ömrü ver tez döndür yanına…”
Kırık kalemli bir hakikat öyküsü bu savunmasız ve avukatsız…Karar dünden kılınmış, kış gününün akşam ertesi , sabaha karşı süslenmiş dar ağaçları...
O, önce avluda son voltasını attı, son sabah kahvaltısını avluya inen güvercinlere verdi, işaret parmağını göğe doğru yöneltip, belli belirsiz işaretler çizdi. Çatlak dudaklarında ıslak dualar vardı. Paslı parmaklıklara dayadığım alnımla onu gizli gizli izlerken o ansızın dönüp baktı, gülümsedi bana. İki gardiyan arasında tek başına yürüdü öylesine. İlk kez onu görmüş olsaydım tahliye olduğunu bile sanabilirdim. Bu yüzden penceremden,tüm gücümle eksik tespihimi onun son kez geçtiği avluya savurdum…
Avluda duran birkaç güvercin havalandın, ardından bir infaz memuru avluyu yokladı, karanfil kokulu bir rüzgar hiç sebepsiz gelip girdi koynuma…
O günden sonra her avluya bakışımda, tespihsiz daha çok dinler oldum, Dursun’un durmadan dinlediği “Haliç’te öldürülen gemilerin sesini”…
Allah şahit ben gördüm, onun ne kadar gülümseyerek bu ülkeden gittiğini. Tanığım avludaki güvercinler. Saymıyorum yalancı şahitlik edecek gardiyanları. Ki bu yüzden ben dahil tek tanık şafak vakti o sabah, bir de o cılız gibi görünen IŞIK’lar(dı)…