8
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1486
Okunma


Adı Öykü idi…
Yıllar öncesi bir ikindi vakti, İda ateş rengindeyken, yakın dostlarımın;
“Altından rüzgâr geçiyor, adak kesmelisin,” sözlerinin tesiriyle,
iki horozu dört ayak niyetine kesmiştik. Komik değil mi? Ne yapalım? Niyetmiş asıl olan… “Niyetini temiz tut camiden kilim çal,” deyince Türkmen komşum; bizde soluğu Edremit’in küçükbaş canlı hayvanları satılan Çarşamba pazarında almıştık.
Batıl inançlarım yoktu, lakin emekli maaşı ile biri orta-öğretimde biri üniversitede iki çocuk okutuyorduk. Adak kurbanları da bütçemizi aşıyordu. Kesim işini üstlenen komşum; “Adak yenmez, fakir fukaraya verilir,” uyarısını dikkate almıştık. Başları yana düşmüş, ılık kanı hala damlarken hayvancıkların, “Peki, şimdi kime vereceğiz bu adakları?” sorusu ile mahalledeki fısıltıya kulak verdim.
Hem de ne fısıltıydı!..
O gün, nasıl bir -insanlık dersi- alacağımdan habersizdim.
Tarif edilen adrese doğru hemen yol aldım.…
Elimde sıkı sıkıya tutmakta olduğum, titreyen hayvanların hücrelerinden -can- çoktan çekilmişti.
Hayvanlar kesilirken içim bir tuhaf olmuştu. Yürürken o an gözlerimin önüne bir gölge gibi düşünce başımı sağa sola sallıyordum…Seslice düşündüm: “Ya biz ya biz, ne olacak akıbetimiz?”
Üzülsem mi, sevinsem mi bilmeden pembe eve varmıştım bile…Utangaç, biraz da çekinceli ruh haliyle zile dokunmuştu parmaklarım.
Kapı ardından gelecek -her sese- kulak verdim. Ses yoktu!
Parmaklarımı bir kez daha basılı tuttum zilin üzerinde;
“Kim o” dedi bir içeriden cılız bir ses… Kulağımı dış kapıya dayadım; tam kavrayamamıştım, nerden gelmişti o ses?!
“Benim, ben hanımefendi,” desem de sanki tanıyacak mıydı ki, beni.
“Sen de kimsin? “ dedi aynı ses.
Hiç düşünmeden, “alt sokaktaki komşunuzum,” dedim.
“Öykü kızım koş aç şu kapıyı, gelen yabancı değilmiş,” dedi aynı ses.
“Öykü” ne hoş bir addı.
İçime ılık ılık esti kız çocuğun rüzgârı.
Ardından minik ayak sesleri…
Belli ki merdivenlerden inmekte.
Kulağım her aşina sese pür dikkat.
Dışarıda hafiften rüzgârın uğultusu, bir de bahçedeki yedi verenlerin yapraklarının akarsu sesine benzer hışırtıları…
Sonra sürgüden çekilen demir bir gıcırtı, irkilmiştim istemeden! Zira duyduğum metal sesi, içimi bir hoş etmişti.
Ağırdan açıldı kapı, bir minik serçe gibi seken ve ürkek zayıf bir kız çocuğu karşımdaydı şimdi.
“Anneannem yukarıda,” der demez gözleri elimdeki çantaya dikiliydi.
Birlikte üst kata çıkmıştık.
Evdeki yoğun, kesif küf kokusu genzimi yakıyordu.
Vardık bir odaya. Üç çek yat ve ortada bir kilim,
Tek lüksleri siyah beyaz bir televizyon, hem de bu devirde.
“Hoş geldiniz, kusura bakmayınız, etraf dağınık biraz. Belden aşağısı malum tutmuyor, yatağa bağlandık kaldık işte. Buna da şükür, ne yapalım. Buyurun oturun.”
Öylesine ayakta, şaşkın kala kalmıştım!
Demek ki söylenenler gerçekten dedikodu değil, doğruymuş:
“Üst sokakta vardır, bir kocakarı hem de yatalak,
Bir de küçük torunu, henüz ana kucağından yeni inmiş,
Zavallım hem anadan hem babadan talihsiz,
Kaçıvermiş annesi ikinci kez kocaya,
Baba desen çoktan almış kara toprak
Et kemikten çoktan ayrılmıştır, hepten rahmetli.
Çaresizlermiş fukaralar,
Veriver istersen adaklarını onlara.
Sevabın olur…”
Anımsayınca mahalledeki fısıltıları, yaşlı kadına bir şeyler söylemem gerekti: Fısıltıya benzer, utangaç bir sesle konuştum:
“Şey, yeni bir araba almıştık da…işte kan akıtın dedi komşular.
Adet yerini bulsun istedik, kabul ederseniz, her ikisini de size vermek istedik.”
“Ah, uzun zaman oldu et yememiştik. Allah sizden razı olsun, koş Öykü aşağıdan bana bir tepsi bir de bıçak getir, akşama soframızda et olacak,”
Küçük kız mızmızlanır: Ninesine nazlı nazlı edalanır;
“Acıktım, şimdi yiyelim ne olur anneanne,”
“Olmaz, azıcık sabret. Sen ne dediysem onu getir. Torbadaki ekmeklerden ye biraz, açlığını bastır.”
Küçük kız ağlar gibi inler;
“O ekmekler çok bayat. Bıktım artık anneanne, sürekli kuru ekmek ıslatıp yemekten… Sabah erkenden ekmek toplamak istemiyorum. Bende herkes gibi taze ekmek ve et yemek istiyorum.”
Yaşlı kadın oldukça mahcup konuştu:
“Sus kızım sus, töbe de! Onu bulamayanlar da var. Şükür, evimize bayat da olsa, yine de ekmek giriyor. “
Anladım ki, yedikleri sadece ve sadece ekmekti. Üstelik de insanların burun kıvırıp çöpe attıkları bayat ekmeklerdi. O anı nasıl anlatsam ki? Tanık olduğum iç kıyıcı sosyal yaraya değince yüreğim, farklı bir kış mevsimi yaşıyordum sanki...
O evden nasıl telaş içinde ayrıldığımı, doğruca markete koşturduğumu, ancak Allah bilir.Zamanın önüne geçmek istiyordu ayaklarım.
Markette aklıma ne geldiyse aldım.
Elim kolum dolu dolu yeniden pembe eve geri döndüm.
Onların yüzlerindeki mahcup ifadeyi daha fazla görmek istemedim.
Gözlerim dolu dolu onlara yeniden geleceğimin sözünü verip aceleyle ayrıldım.
Hemen yanlarındaki iki evin kapısını çalıp, “merhaba, şu pembe evde kimler yaşıyor, haberiniz var mı?” diye sorduğumda aldığım yanıt beni daha da şok etmişti:
“Bilmeyiz, evin kiracıları herhalde, ne oldu bir şey mi oldu?” sorusuna
Yüzümde buruk bir ifade;
“Az önce iki adak horozumuzu verdiğimde bende yeni öğrendim. Bir yatalak yaşlı kadın, beş yaşında torunu, muhtaç mı muhtaç, çöpten ekmekle karınlarını doyuruyorlar, isterseniz, bir kap da yemek sizler götürün, sevaptır, “ der demez utanarak oradan ayrıldım.
Kendi evime vardığımda, yüreğim bir başka huzurla atmaktaydı…
Ondan sonraki günlerde aklım; hep Öykü kızımızın sözlerine takılı kalmıştı.
Özellikle her bayat ekmeği tam çöpe atacağım anlarımda duraksar, ekmekleri ıslatır, kuşlara verirdim.
Aklıma takılır o küçük çocuğun nemli gözleri, bir de “ıslanmış ekmek yemek istemiyorum, “ diye yürek burkan sözleri.
Emine PİŞİREN
(1999 senesine ait bir anı yazım)