15
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1536
Okunma

-Poti yolcuları için son durak. Tiflis yolcuları için, on dakika ihtiyaç molası.
Belimde ince bir sızı, boynum başımı taşımaktan yorgun... Gözlerimde yangınlar gezinmekte, uykusuzluk olanca sevimsizliği ile ağrı olup alnıma çöreklenmiş. Büzülüp kaldığım arka koltuğun sol köşesinden ağır ağır doğruluyor, ürkek bir küçük çocuk tedirginliği ile, otobüsün arka kapısından dışarıya süzülüyorum usulca.
Sabahın erken saatleri, hava oldukça soğuk. Rutubet, soğuğun daha da çok hissedilmesini neden oluyor; kabanıma biraz daha sıkıca sarılıyorum. Yeni bir ülke, yeni insanlar, yeni bir hayat, yeni bir yaşam biçimi. Biraz şaşkın, biraz da merak dolu bakışlarla etrafı süzmekle meşgulüm. Sokaklar tenha, etrafta pek insan manzaralarına rastlanmıyor. Günün hareketliliği sanırım henüz start almamış bu küçük şehirde; insanlar, sabah uykusunun dayanılmaz güzelliğini yaşamakta.
-Bu valiz senin mi ağabey?
-Şey!...Evet, benim!...
-Hadi, sahiplen biraz da, yolumuza gidelim biz de.
-Teşekkür ederim yolculuk için. Çok rahat değilse bile, en azından sağ salim buralara ulaşabildik.
-Sen de sağ ol!...Haydi, Tiflis yolcusu kalmasın!...
Yolcular, alel acele otobüse doluşuyorlar ve eksoz borusundan yayılan kesif bir siyah duman eşliğinde araç hareket ediyor, öksüre tıksıra, sallana silkelene gün doğumuna doğru akıp gidiyor. Arkasından öylece bakakalıyorum bir müddet. Bir sevdiğimden ayrılmanın hüznü doluyor içime, buruk zaman dilimleri yarenlik ediyor bu sevimsiz anıma. Bir kaç yaşlı insan ve bir kaç tane de hayat kadını ile birlikte öylece kalıyoruz şehrin bu tenha köşesinde. Etrafta ne bir taksi var, ne de başka bir ulaşım aracı. Birleri nasıl alsa gelip alır düşüncesindeyim ve çokça merak etmiyorum durumun getireceği akıbeti; bu küçük şehri incelemeye, yeni hayatımın ilk soluklarını yudumlamaya dalıyorum.
Poti’de ilk tanışıklığım, kocaman bir çınar ağacının çıplak gövdesi ve dalları ile oluyor. Başımı gök yüzüne kaldırıyorum, uykularından yeni uyanmış küçük bulut kümeleri gezinmekte yapraklarına çoktan veda eden dallar arasında. Hava kısmen açık, ayaz olanca realitesi ile kendini göstermekte ovada. Usuldan da bir rüzgar esmekte kuzeybatı istikametinden, dağların doruklarını mesken edinen karın soğuklarını taşıyor tenimize, üşüyorum. Belki de insanların, yaşlı gövdesini bıçak darbeleri ile yaz boz tahtasına çevirdiği bu koca ağaç da üşümektedir bir Ocak sabahının serininde benim gibi.
Ben, iklim değişikliğine adapte olma manevralarında iken, nereden çıkıp geldiğini fark edemediğim siyah renkli bir otomobil, sert bir fren operasyonu ile önümüzde duruverdi. Çevik bir hareketle içinden fırlayan bir delikanlı, hararetle hayat kadınlarına sarıldı, her birini yanaklarından büyük bir iştahla öptü. Şuh kahkahalar ve gürültülü sohbetler, sessiz şehrin yorgun apartmanlarının duvarlarında yankılandı. Valizleri tıka basa aracın bagajına doldurdular, kendileri de sıkış sıkış içine doluştular ve lastiklere patinaj çektirerek hızla uzaklaştılar. İhtiyarlar da, muhtemelen satmak için Türkiye’den mal doldurdukları ağır valizlerini güçlükle çekeleyerek, meydanın karşısındaki pazar yerine doğru seğirttiler. Valizim ve ben, yaşlı çınar ağacının ayakları dibinde, sidik kokan bir köhne otobüs durağının yanı başında, öylece yalnız ve mahzun kalıverdik.
Alanın kuzeybatı istikametinde, oldukça durgun akmakta olan kocaman bir nehir göze çarpıyor. Nehrin bu sakin görüntüsü, Karadeniz Bölgesindeki hızlı akışlı derelere alışıklığımızdan olsa gerek, oldukça ilgimi çekiyor. Nehir üzerine kurulmuş iptidai ve oldukça kaba görünümlü bir köprü, iki yakaya kurulmuş şehrin bütünlüğünü sağlamakta.Meydanın orta yerinde, oldukça yüksek bir kaide üzerine oturtulmuş harika bir heykel yer almakta. Sağ ayağını öne atmak üzere olan harika görünümlü bir atın üzerinde, mitolojilerdeki tanrıları andıran bir genç adam ve havaya kaldırdığı ağ elinde her an uçmaya hazır bekleyen bir şahin. Nefis bir sanat eseri gerçekten. Poti’de geçirdiğim bir yıl boyunca, ne zaman bu meydana yolum düşse, epeyce bir zamanım bu heykeli seyretmekle, güzel detaylarını incelemekle geçmiştir. Bakımsızlıktan boyalarının dökülmüş olması, üzerindeki kuş pisliklerin den de hiç bir zaman kurtulamaması hep üzmüştür beni.
Meydanın hemen sol tarafından, kutu gibi, küçücük balkonlu, estetikten uzak,harap görünümlü bir apartman yükselmekte. Küçücük balkonlarında beyaz değil de, grinin açık tonlarında çamaşırlar asılmakta.İlk gördüğümde çok yadırgadığım bu binalara, ileriki yıllarda yaşamak zorunda kaldığım Azerbaycan’da da çok sıkça rastlamış, fakirliğin ve mülteciliğin kucağında kıvranan insanların sığındığı bu yuvalara, daha bir başka gözle bakar olmuşumdur.Gürcistan’da Abhazya’dan, Azerbaycan’da ise Yukarı Karabağ’dan kaçan göçmenlerin sığınak yeriydi bu döküntü apartmanlar.
Bir müddet sonra, içleri sarı renkte bir madde ile dolu bidonlarla seyyar satıcılar çıkıp geldiler ve ana yolun kenarlarına tezgahlarını kurarak yerleştiler. Önce bal zannettim bidonlardakileri ve karnımın aç olduğunu hatırladım, ağzım sulandı sözün doğrusu. Meğer bal değilmiş bidonlardakiler, benzinmiş. Daha sonra öğrendim bu gerçeği ve ülkede doğru dürüst bir benzin istasyonunun olmadığını.
Çevremde cereyan eden olayların ilginç manzarasına dalıp gitmişken, bir Hacı Murat 124 görünümlü araç duruverdi önümde. Juguli dedikleri, Lada marka, küçük ama oldukça kullanışlı bir otomobil bu.Hiç bir lükse sahip değil ama, insanların ihtiyaçlarını fazlası ile karşılayabilmekte. Orta yaşlı, tek kelime Türkçe bilmeyen şoför, önce sağa sola göz gezdiriyor, valizi ile öylece dikilen başka birini görmeyince de bende karar kılıyor. Çalışacağım şirketin adını söylüyor, evet anlamında başımı salıyorum. Valizimi kaptığı gibi aracın bagajına atıyor, bana da binmem için işarette bulunuyor. Usulca arabanın ön koltuğuna ilişiyorum. Yabancı olmadığım ve uzun süredir de binmediğim bu küçük otomobile kanım ısınıyor hemen. Kapısını, alışık olduğum ve hatırımda hala olanca tazeliği ile yaşattığım o tok sesi duyabilmek ümidi ve merakı ile şiddetlice üzerine çekiyorum. Yanılmıyorum...
Aracımız, ağır aksak iş yerimize doğru yol alırken, ben yine şehrin sessizliğini inceliyor, görüş alanıma giren her objeyi hafızama kaydetmekle meşgul oluyorum. Yollar çukurlarla dolu. İşin ilginç tarafı, Batum’u Tiflis’e bağlayan ana yol burası. Diğer tarafların durumunu artık siz tasavvur ediniz. Hiç dükkan yok. Sonradan öğreniyorum, her şey pazarda satılmaktadır burada. Sevgilinize alacağınız bir demet gül ile, belki akşam yemeğinizde meşhur Gürcü şarabına meze yapacağınız balık, komşu tezgahlarda satılmakta burada. Çalışanların da yüzde 90 ı kadın. Erkekler ise, tembellik ve içki tüketme yarışındalar. Unutmadan, saç tıraşımı bir bayanın misafir odasında olmuştum. Ayna flan da yoktu, öyle orta yere konulmuş bir tahta sandalyede operasyona tabi tutuluyorsunuz, saçınızı yıkama işini de mutfaktaki lavaboda hallediyorsunuz. İlginçti...
Kısa bir yolculuktan sonra, Poti limanına varıyoruz. İş yerimiz liman sahasının içinde ve aynı zamanda gümrük alanı burası, giriş izine tabi. Adımızı önceden bildirmişler güvenliğe, girişte sıkıntı yaşamıyoruz, şantiye ofisimize varıyoruz. Şantiye şefimiz ve Azeri bir personel karşılıyor beni, ofise davet ediyorlar. Çaylar söyleniyor, sigaralar yakılıyor, hoş bir sohbet eşliğinde tanışma faslı başlıyor. Şantiye şefimiz, işi konusunda uzman ancak, ahlak konusunda oldukça zaafları olan bir insandı. Beraber çalıştığımız zaman zarfında, aramızda hiç bir problem yaşamamamıza rağmen, ne yalan söyleyeyim, kendisinden çokça hoşlanamadım. Bu nedenle, onunla ilgili kısmı biraz kısa kesmekte fayda olacağı kanaatindeyim. Azeri personel ise, Şamil Memmedov isminde, 60-65 yaşlarında, bilgili, kültürlü, görmüş geçirmiş bir insandı. Çok önemli mevkilerde görev yaptığı her halinden belli oluyordu. Emekli olmuş, bizlere hem tercümanlık yapıyor, hem de sosyal işlerde yardımcı oluyordu. Beraber geçireceğimiz güzel günler, altın gibi kalbinin hatıralarımda bırakacağı izler, ömrüm oldukça unutamayacağım mutluluk esintileri taşıyacaktır hayatıma. Yıllar sonra kaleme alacağım bir mahzun hikayenin de orijini olacaktır Şamil Bey.
İş yerini tanıma, Türk, Gürcü, Rus, Azeri işçilerle tanışma, projeleri inceleme ile çabucak geçiyor gün, servis şoförümüz Mahlas’ın bordo renkli Volkswagen minibüsü ile kalacağımız eve doğru yola çıkıyoruz. Poti, zamanında sayfiye şehri imiş Rusya’nın. Evlerini pansiyon olarak kiralamaya alışık ahali ve o günlerde gerçekten turizme yönelik güzel de evler inşa etmişler. Arazi düz, arsa problemi yok, evler genellikle iki katlı ve bahçeli. Göçmenlerin kaldığı sefil toplu konutlar da var tabi ki. Nefis bir yerleşim planı yapılmış şehre. Küçük bir yer zaten Poti, yürüyerek her tarafına kısa zamanda ulaşabiliyorsunuz.
İdari personel için,(ki üç kişiydik) güzel bir ev kiralamış şirket. Yaşlı, 80-85 yaşlarında bir gürcü bayanın eviydi. Eşyaları ile evinizi bize bıraktı, kendisi alt kata yerleşti.Kendisini ’Babuşka’ diye çağırıyorduk. Yaşlı bayan anlamına geliyormuş Rusçada bu sözcük. Bizimle tamamen Rusça konuşuyor, her söylediğini anladığımızı zannediyordu. Oysa Şamil Bey hariç, bizler tek kelime Rusça bilmiyorduk. Buna rağmen, her dediğini anlıyormuş gibi başımızla tastikliyor, Şamil Beyi takiben dudaklarımıza onu mutlu edeceğine inandığımız tebessümler yerleştiriyorduk. Ah ah!... Bize Rusça öğretmek için az mı çaba sarf etti? Çok emeği geçti, çok zahmetimizi çekti. Sağ ise uzun ömür, öldüyse rahmet diliyorum Allah’tan. Anamdan sonra, gözlerdeki şefkatin en güzelini onunkilerde görmüştüm. Sevginin dili, dini, ulusu, yaşı olmuyor dostlar.
Kaldığımız yer, yüksek tavanlı, büyükçe kapıları olan, güzel bir evdi. Zamanında kalite malzeme kullanılarak, iyi el işçiliği ile yapıldığı belli oluyordu. Genel olarak kullanışlı bir ev olmasına rağmen, ısınma konusunda oldukça büyük problemler yaşamaktaydık. Odalarımızda elektrikli ısıtıcılarımız vardı var olmasına ama, çok işe yaradığı söylenemezdi. Zira memleketin elektriği yoktu ki doğru dürüst sobalarımızı çalıştırsın. Baktık olacak gibi değil, bir kuzine kurduk mutfağımıza, küçük de bir jeneratör satın aldık, böylece en azından yemek yerken ve yorgun gecelerimizde sohbet ederken üşümekten kurtulduk.
Babuşka’nın çok emeği geçti dedim ya, bir bukle daha bahsetmeden geçmek haksızlık olacaktır gibime geliyor ona. Koca bir kışı boyu, onun yaşlı elleri ile hazırladığı odunları yakarak ısındık; yemekleri ile (ki ben pek yiyemiyordum) karnımızı doyurduk; yıkadığı çamaşırlarla temiz kaldık. Biz yaşlarda bir oğlunu trafik kazasında kaybetmişti, bu nedenle ilgisi büyüktü bize. Evladı yerine koymuştu bizleri, üzerimize titrer olmuştu. Dinimiz ayrı idi, dilimiz ayrı idi, yaşam biçimimiz farklı idi ama, inanın o öz annemizden hiç farklı değildi.
Bir taraftan sevgili Babuşka’nın tebessümleri ile süslediği şefkatli bakışları, diğer tarafta Şamil Bey’in o çok hoşlandığım Azeri Türkçesi ile anlattığı hikayeler eşliğinde günlerimiz ağır aksak akıp geçmeye, bir taraftan işlerimiz hız kazanırken, diğer taraftan da gönlümüzde memleket hasreti usuldan usula kendini göstermeye başladı.(Devam edecek)
Bir tutam hayat-11.01.2014-Azerbaycan