14
Yorum
7
Beğeni
0,0
Puan
2794
Okunma


Kaybolan gün, hiç gülmeden geçen gündür.
S. Chamfor
Parmaklarımı ısıtan fincandan, çalışma odama yayılan mis gibi kahve kokusunda, unuttum sandığım türküleri mırıldanırken fark ettim sabahların çocukluğumu daha çok hatırlattığını.
Bu yazıya başlamadan önce dünden beri kesilmeyen yağmurun telaşlı damlalarını izliyordum. Karanlığın son saatlerinde sabah grisi üzerinde beliren renklere hazır uyanalı hayli zaman olmuş. Bugüne değişmeden gelen tek şey sokakların ve caddelerin yağmur sonrası ıslaklığın verdiği parlaklık. Eskiden bir de toprak kokusu yayılırdı ki; en çok annem severdi. Belki de yağmuru daha çok sevişim bu yüzden… ne zaman yağmur sonrası toprak kokusunu hissetsem annemin sesi geliyor ve derin derin aldığım soluğumda arıyorum toprağa karışan anne kokusunu.
Biliyorum, pencere ardında caddelerin ıslanmasını izlemek kolay. Çalıştığım ilk yıllarda işe gitmem gerektiği zamanlarda lanet okuya okuya kaldırım kenarlarında biriken suların üzerinden atlayarak ve yoldan geçen arabalardan sıçrayan çamura baka baka güne başlama psikolojisini klavyenin tuşlarına basarken tekrar yaşıyorum sanki. Hep bir stres, hep bir telaş. İlk arabamı aldığımda işe giderken ıslanmanın sinir bozukluğu yerini trafik stresine bırakmıştı. Biz insanların nankörlüğü sanırım varoluşumuzla birlikte bünyemizde bulunuyor. Ama yine de o yılları, şu yağmurun ayak izleriyle dolaştığımda her şey farklı bir renk bırakmış hayatımda. Yaşlanmak değil de, yaş almak tabiri her nedense bana daha yumuşak geliyor zamanla savaşın tanımına.
Yaş almak, renk kartelası üzerinde dolaşmak gibi bir şey. Her rengin tonları, canlılığı ya da solukluğu ömrümüzün bir özeti aslında. Bir de, rengini özellikle karaladığımız günler vardır. Her nedense yıl içinde bu hesaplaşmalarımız hep de bu zamanlarda yapılır. Sebebi gayet açık; gelecek yeni yılda, planlar, umutlar, hesaplar, değerler, beklentiler bu hesaplaşmanın bakiyesine göre sıralanır. Çok emin olduğum bir şey daha var ki; yıl içi yaşanan her mutluluk, güzellikle geçen vakit ölüm acısını yaşadıysa, bitmek üzere olan sene hep -uğursuz, kötü bir yıl- diye ömrümüzdeki yerini belirler. Bu bireysel bir şey görünse de aslında her dilde, her ırkta farklı harflerde cümleye dökülmesi aynı bakış açısının yansımasıdır. Biliyoruz ki, acının dili ortaktır. Yine de insanoğlu, bireysel ve toplumsal tüm acılara şahit olmuşken bu değerlendirmeleri yaparken daha bencil davranır. Hepimiz bir bütünün parçası olsak da, kendimizin olmadığı bir acıyı, kaybı daha çabuk unutuyoruz. Bu unutkanlığım için sanırım, almanakları seviyorum.
Yeni yıla başlamadan önce hep bir günlük tutma isteğim vardır… çocukluğumdan beri de bu isteğim olmasına rağmen yazılmış bir satır günlüğümün olmaması tembelliğim mi yoksa gün içi önceliklerim sonrası itelediğim çocuksu gelen bir eylem mi? bilmiyorum. Oysa günlüklerin, yarınlara bırakılan bir ömrün aynası olduğunu düşünüyorum.
Çok basit bir hesapla; benim jenerasyonumla yedi yaşımda okuma yazmayı öğrenişimle başlamış olsaydım şu an otuz altı adet günlüğüm olurdu. (Hesap yapmayın her yıla yeni bir günlük defteri;)Herhalde en çok da, masum anlarımızın küslüklerine , mızıkçılıkla bozulan oyunlarına buruk buruk gülerdim, belki de burnumun ucu sızlardı da ağlardım. Yılların izlerini gördüğüm ellerimde o çocuk parmaklarımı arar mıydım bilmem ama o günleri sanırım en çok da ailem bir arada olduğu için özlüyorum.
Yirmili yaşlardaydım annem ve babam boşandığında. Biliyorum, hiçbir şey kusursuz değildir hayatta ama benim kusursuz olarak hatırladığım huzur dolu çocukluğum var.
İncinin varoluşundaki süreci düşünürsek, kusursuz bir bütünlüktür inci bir kolyenin anne göğsünde duruşu.
Böyle bir fotoğrafı hiç yok annemin , zaten annemin inci kolyesi de olmamıştı. Sadece, ne zaman kuyumcudan altın almaya gitsek o incilere baktığını hatırlarım. O günlerde bile işe başlayınca alacağım inci kolyeyi anneme nasıl hediye edeceğimi hayal ederdim. İnci bir kolye alamamıştım ama incisi olan bir kolye küpe aldığımdaki gülüşlerimizi anımsıyorum. Kopan inci bir kolyenin dağılışı sonrasındaki hiçliğin hüznü ağırdır bende… çocukluğum dağılır kirpiklerimden.
Belki de bu yüzden eşimin hediye ettiği inci iki kolyeden çok, onu boynuma takarken söylediği söz, hayatımın en anlamlı hediyesi kıldı.
-Ailen yine bir araya geldi boynunda
Biri senin için, biri aileni bir arada hissetmen için.
Hediye almak, hediye vermek elbet de güzel duygulardır. Bu hediye bana rastgele bir zamanda alındı. Hiçbir özel gün sebebiyle olmaması da ayrı bir keyifti.
Senenin son günleri biliyorum ki herkes hediye telaşının içinde, karmaşık düşüncelerle; onu mu alsam, bunu mu alsam? Sorularını hepimiz yaşıyoruz. Biliyorum ki bundan sonra bana verilecek hiçbir hediye bu kadar anlamı barındırmayacak ama birini düşünerek aldığınız her hediyenin somutluğundan çok onu ne niyetle aldığınızın anlamı önemli. En basitinden alınan bir çiçek bile, en başta belirttiğim o renk kartelası hayatımızda bile yer edinir.
Sınırsız sevgiyle yapılan küçük şeyler değerlidir.
Ne yaptığımız değil, yaparken ne kadar sevgiyle yaptığımız önemlidir.
Ne verdiğimiz değil, verirken ne kadar sevgiyle verdiğimiz önemlidir
ve Tanrı için hiçbir şey küçük değildir. (Rahibe Teresa)