19
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
2284
Okunma


Girne Askeri Hastanesinde laboratuvar teknikeri olarak görev yapmaktayken, Diyarbakır Askeri Hastanesine tayinimiz çıkmıştı; Yıl, 1987.
Diyarbakır’daki çalıştığım hastaneye yaralı taşıyan helikopterlerin önü arkası kesilmiyordu. Yoğun bir çalışma içerisinde olduğumuz için çok zaman tatil gününde bile göreve çağrılıyorduk.
Nadiren izinli olduğum bir günde evimde temizlik yapıyordum. Elektrik süpürgesinin kablosunu sarıyordum ki, zilin aralıksız çaldığını ve aynı zamanda kapının da yumruklandığını duyarak korkuyla kapıya koşmuştum. Süpürgenin gürültüsünden uzun zaman çalan zili duymamışım. Kapıyı açtığımda yüzü kireç gibi olmuş mesai arkadaşım Ayşe’yle burun buruna gelmiştim. Konuşamıyordu. Sadece “Şeyda gel! Şeyda gel! Ben onlara dokunamam! Ben bir şey yapamam. Gel gel gel!” diye çığlık çığlığa bağırıyordu.
Ayşe, biyolog olduğu halde kan görmeye dayanamıyordu; ama terör Ayşe’yi dinlemiyor, her gün tonlarca kan akıtıyordu.
Kapıda titreyen Ayşe’nin kolundan tutuğum gibi içeriye çekmiştim. Lavaboya götürüp elini yüzünü yıkamasına yardımcı olduktan sonra biraz olsun kendine gelmişti. Kendim de aceleyle giyinerek Ayşe ile birlikte hastaneye koşmuştuk.
O günü hayatım boyunca unutmayacaktım. Hastanedeki gördüklerim ne dehşet verici bir görüntüydü… Hastanenin bahçesine inen helikopterlerden durmadan yaralı indiriyorlardı.
Askeri konvoyun geçtiği yola teröristler mayın döşemiş (!) onlarca asker şehit olmuş, pek çoğu da feci şekilde yaralanmıştı.
Hangisinden başlamalıydım? Hepsi insan evladıydı. Gencecik insanların iniltileri yüreğimi dağlıyor, kulaklarımı sağır ediyordu. Hastanenin koridoruna girdiğimde, buranın da dışarıdan pek farkı yoktu; koridor, boydan boya yaralıların yattığı sedyelerle doluydu. Yer yer sedyelerin altından sızan kanlarla yerler kıpkırmızı olmuştu. Hastanedeki bütün doktorlar görevlerinin başında, yaralıdan yaralıya koşuyordu.
Ayşe, gördüğü manzara karşısında bayılıp düşmüştü. Şaşkın haldeydim; Ayşe ile mi uğraşayım, yoksa can derdine düşmüş yaralılarla mı? Yaralıların acilen kana ihtiyaçları vardı. Sırayla sedyelere yanaşıp askerlerin künyelerinden isimlerini ve kan gruplarını öğrenmeye çalışıyordum.
Bir ara başımı kaldırdığımda koridorun sonundaki askere gözüm ilişmişti; bacağının ortasına kazık çakılmış gibi duruyordu. Hemen yanına koştuğumda askerin kaval kemiğinin kırılıp sopa gibi dikildiğini görmüştüm.
Ses çıkarmadan yatıyordu ama henüz ölmemişti. Çok kan kaybetmişti. Kandan iyice ıslanıp sonra da tahta gibi kuruyan üniformanın içine elimi sokup künyesini çıkarmıştım. Künyedeki bilgileri okumam olanaksızdı, çünkü askerin uzun zaman sürüklendiği künyesindeki kurumuş çamurdan belli oluyordu. Askerin ismini öğrenmek zorundayım. Künyenin üzerindeki kurumuş çamuru tırnaklarımla kazımama rağmen temizleyememiştim. Tükürüğümle künyeyi ıslatıp tekrar tekrar kazıdıktan sonra askerin ismini ancak görebilmiştim. Elimdeki tüpe askerin adını yazıp kolundan kan almaya çalışmıştım ama sanki kanı bitmiş gibiydi, bir damla dahi kan gelmiyordu.
Sonunda doktora, “Komutanım, bu yaralıda kan kalmamış, alamıyorum.” Dediğimde Doktor; “Bacağından akan kanı görmüyor musun, oradan doldur tüpü!” diye bana bağırmıştı. Askerin kolundaki enjektörü çıkarıp bacağından akan kandan tüpü doldurup laboratuvara koşmuştum.
O gün, geç saatlere kadar hepimiz yaralılarla uğraşmıştık; Ayşe hariç.
Diğer meslektaşlarım zorunlu görev sürelerini tamamlar tamamlamaz tayinlerini istiyorlardı. Benim yılım da dolmuştu ama bir türlü tayinimi isteyemiyordum. Gerekçem; burada bana ihtiyaç vardı ve bunca yaralıyı bırakıp gidemezdim.
Diyarbakır’daki beşinci yılımızda bölük komutanı olan eşim, beni dinlemeyip tayinimizi istemişti. Tayinimizin çıkmasıyla biz de yola çıkmıştık. Biz yoldayken bile yaralı getiren helikopterler hastanenin üzerinde uçuyordu.
Gökyüzündeki helikopterlere bakarken görevden kaçıyor muşum hissine kapıldığımı bugün hala unutamıyorum.
Emine UYSAL /05.12.2013