15
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1210
Okunma


ANNA...5
O gün, Anna için şüphesiz sevimsizlik elbisesine bürünmüştü yağmur, gökler karabulutlara teslimdi kaderi gibi.
En derin susmalarında idi saatler, alıp gitmişti başını bilinmezliklere zaman...
Hayaller, hülyalar, ümitler, çoktan sırra kadem basmıştı, çirkefliliğinin en çirkinini sergiliyordu hayat bir tenha köşesinde şehrin.
Bir genç yürek ağlıyordu çaresiz, bir zalim, tüm tebessümlerine el koymuştu hayatın, sevimsizce taşırıyordu dudaklarından.
Bir hazin bitiş miydi yaşanan, bir genç insanın darağacımıydı kurulan, köhnemişliğin ayak sesleri miydi duyulan?
Her şey bitmişti nerede ise, av avcının kucağına düşmüştü ki; beklene mucize gerçekleşiverdi.
Tanrı, bir kez daha zamana dur dedi, bir kez daha kaderi kendince belirledi.
Bu hazin hikaye burada bitmeyecekti, hayata ümitle bakan bu fakir ama temiz yürekli genç kızın hayalleri , kör kuyularda gömülü kalmayacaktı.
Ayakta duracak hali kalmayan genç kız, nerede ise masaya yığılmak üzere idi ve şef, ümitle, sabırla, kendinden emin bir şekilde kaçınılmaz sonu bekliyordu.
Dudaklarında çirkin gülücükler saklanmıştı, gözlerinde şehvet bakışlarının en acımasızı gezinmekte idi.
İnsan oğlunun giyinebileceği en sevimsiz kostüme ruhunu bürümüş, aklını olabileceğin en kötüsü fikirlerle tepeleme doldurmuş, hayvani içgüdülerinin kucağına kendini teslim etmiş, çirkin arzularına erişebilmek için harekete geçmişti ki; Anna’nın, bir an önce açılması için içinden dualar ettiği oda kapısı bir den açılıverdi.
Gelen anneannesiydi.
Anna, gözlerine inanamadı, yerinden zorlukla kalkarak, anneannesinin boynuna hıçkırıklar içinde sarıldı.
Yaşlı kadın, yavrusunu olanca sıcaklığı ile kucaklarken, karşısındaki şaşkın şaşkın bakan adama keskin bir bakış fırlattı.
Rusça öfkeli bir kaç cümle sarf etti ve torununa destek vererek, geldiği kapıdan ağır ağır çıkıp gittiler.
Şef, arkalarından şaşkın şaşkın bakmaya devam ediyor, kendi kendine talihine söğüyor, öfkeler kusuyordu.
Böyle bir taze avı, hayatı boyunca bir daha tuzağına düşüremeyeceğini tahmin ediyordu belkide.
Öfke krizleri arasında bir sigara daha yaktı, kadehin dibinde kalan son yudum içkiyi de başına dikti.
Ev sahibimiz olan yaşlı Gürcü kadın, aynı zamanda bazı ufak tefek hizmetlerimizi de görüyordu. Her gün kirlilerimizi toplar, yıkar-ütüler, yatağımızın üzerine bırakırdı.
O gün de kirlileri toplamak için eve uğramış, durumun vahametini görmüştü.
Aana’nın durumunun çok iyi olmadığını fark etmiş, bizim şefin de sağlam pabuç olmadığını o da çok iyi bildiği için, alel acele çok yakın arkadaş olduğu Anna’nın anneannesine haber vermişti.
Kızı tarlada olduğu için kendisi, ihtiyar hali ile olabildiğince çabuk, yağmura, çamura aldırmadan torununu kurtarmaya koşmuştu.
Yaşlı kadının çabaları boşa çıkmamış, genç bir hayat, belki de sonu belli olmayan bir bataklığa yuvarlanmaktan kurtulmuştu.
O günden sonra Anna, bir daha işe gelmedi. Ailece, fakir kalmayı iffetsizliğe tercih ettiler.
Olayı öğrenince nasıl üzüldük anlatamam.
İçimden bir ses, o gün bırak işi, çek git Türkiye’ye dedi ama, patronlarım o kadar iyi insanlar idiler ki, işlerini yarım bırakmak onlara ihanet olur diye düşündüm, ayrılamadım.
Şantiye şefinin de istikbali çok uzun olmadı zaten bu olaydan sonra. Orada 15 gün daha çalışabildi, sonra geri çağrıldı. Böylece Gürrcistan ondan kurtulmuş oldu.
hayatımda bir çok insanla tanıştım, çalıştım, yaşadım. Sadece ama sadece bu iş arkadaşımdan neferet etmişimdir.
Kavgalarımız olmadı mı? Olmuştur elbet başka iş yerlerinde. Ama sonunda muhakkak insanların gönlünü bir şekilde alarak terk etmişizdir ekmek yediğimiz yerleri.
Bu kısacık hayatta, birileri ile dargın yaşamak, arkanda adınızı sevimsizliklerle anan insanlar bırakmak kötü şeydir diye düşünmüşüzdür her zaman.
Sıcak bir Ağustos günü akşam üzeri idi. İş arkadaşlarımla yine yürüyerek eve dönüyorduk.
Poti’nin büyükçe bir meydanı ve ortasında, elindeki kılıcı göklere doğru uzatan genç bir kadın heykeli vardır.
Gerçekten çok güzel bir sanat eseridir. Ne zaman yolumuz oradan geçse, duraklar, uzun uzun seyrederdim bu heykeli.
Oldukça büyük bir kaidenin üzerine oturtulmuştur, bu nedenle yerden yüksekliği epeyce fazladır.
Heykelin yanı başında da oldukça güzel bir çeşme vardı. Bronzdan yapılmış büyük musluklarından akan su gerçekten lezzetliydi.
Her zaman yaptığım gibi, o gün de bir kaç yudum su içebilmek için çeşmeye yöneldim.
Elindeki kapları su doldurmakla meşgul olan genç bir bayanın işini bitirmesini sabırla bekliyordum ki, adımla bana seslenmesi ile irkildim.
Çeşmeden su alan genç bayan Anna idi. Beni görünce, güzel gülüşünü dudaklarına, sevimli bakışlarını da gözlerine yerleştiriverdi hemencecik.
- Nasılsın Anna?
- İyiyim!...Teşekkür ederim!...Siz nasılsınız?...
- iyiyiz biz de!...Bildiğin gibi işte, devam ediyoruz işe!...Ne yapıyorsun sen burada?
-Çeşmeden su alıyorum?
- Neden? Sizin evde su yok mu?
- Yok maalesef!...
- Nasıl yani? Siz bu çeşmeden taşıma su ile mi yaşıyorsunuz?
- Evet!...
- Ama herkesin evinde su var, sizinkinde neden yok?
Bu sorunun karşısında, dudaklarındaki tebessümün yerini bir üzüntü ve çaresizlik ifadesi aldı.
Evleri çeşmeye yakın bir yerde ve üçüncü katta idi. parasızlıktan, evlerinin hemen önünden geçen belediye suyundan bir boru hattını evlerine çekememiş fukaralar.
Orada, o tarihlerde her şey rüşvet ile halledildiği ve bu gariplerin de rüşvete güçleri yetmediği için, bir türlü suyu evlerine getirememişler.
Zavallı Anna. Günde o çeşmeye kim bilir kaç sefer yapıyordu.
Ama tüm bu olumsuzluklara rağmen o, hayatından çok memnun olmasa da, hayallerini hala muhafaza edebildiği için mutluydu.
2002 yılının Ağustos ayının son günleri gelmiş, Poti’de yapacağım iş bitmişti.
Yine sıcak bir günün sabahında eşyalarımı topladım, ev sahibimiz olan yaşlı gürcü nineme doyasıya sarıldım, iş yerimdeki arkadaşlarım ve işçilerim ile vedalaştım, şoförümüz Mahlaz ile Batum’a doğru yola çıktım.
Şehrin meydanından geçerken gözüm çeşmeye takıldı yine. Genç kızlar, su kaplarını doldurmakla meşguldüler yine ama, aralarında Anna yoktu.
Poti Batum arası bir saate yakın sürüyor. Sulak ovayı geçtikten sonra, çay bahçeleri ve bambu kamışları ile kaplı bir sarp dağ yamacından tırmanıyor, daracık ve virajlı yolları takiple tekrar kıyıya, Batum’un doğusuna iniyorsunuz.
Çay bahçeleri dedik de, aklıma gelmişken ona da değinelim burada.
çay bitkisini biliyorsunuz biz, bu yörede gördükten sonra Rize’de yetiştirmeye başladık.
Ama, şimdi Gürcistan’daki çay bahçeleri, bizimkilere nazaran çok daha bakımsız.
Batum-Sarp arası ise 20 km civarında. Yollar kötü ama, dönüş yolculuğu olduğu için, bir kaç soluk almada bitiyor sanki yol.
Bu arada, Batum’un batı mahallelerine geldiğinizde, Türk telefon yayınlarını alabiliyorsunuz.
Telefonda Turkcell’i okumak, inanın insana büyük zevk veiyor.
Sınır kapısına varmamız çok zaman almadı. Çokça giriş-çıkış yaptığım için, yolunu yordamını iyi biliyorum ve işlerimi bu nedenle çabuk halledebildim.
Mahlaz ile vedalaştım, elimde valizim, akılmda bu değişik ülkede yaşadıklarım, yavaş yavaş yürüyerek Türk tarafına geçtim.
Önce güler yüzlü, temiz giyimli gümrük memurlarının hoş geldin selamı ile karşılaştım. Gülümseyerek, sevgi ile karşılık verdim ve polis nokrasına yöneldim.
İşlerim diğer tarafa nazaran çok kısa bir zaman diliminde halledildi. Kimsecikler yoktu saten. Tenha bir kapı idi sarp.
Tüm işlemlerimin tamamlanması ardından, gümrük sahası çıkışında beni beklemekte olan ailemin sevinç çığlıkları arasında, bir buçuk yaşına gelen ve henüz babasını tanımayan oğluma hızlı adımlarla yürüdüm.
Aklımın bir köşesinde hala, o bronz ve büyük musluktan su doldurmakta olan, sevimli, güler yüzlü, açık gri gözlü, temiz yürekli Anna vardı.(Bitti)
B.T.H. 05.08.2013 Trabzon