7
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
1503
Okunma

“Bir vapur geçer Boğaz’a doğru
Nazım usulcacık okşar vapuru
Yanar elleri …
(Nazım Hikmet/ Memet)”
Bir sene öncesine kadar sadece bir şairdi Nazım Hikmet bende ama artık biliyorum, Nazım’ı anlamak bir şiiri anlamaktan çok daha öte.
Sürgün değil buraya gelişim, sevdanın dizi dibinde yeniden yeşermek benimkisi. Özlemek ile hasretin ağırlığını aynı kefeye koyamıyor yüreğimin darası.
Yorgun bulutların, tozlu yolların, defter arasına konacak pullu mektupların uğramadığı bir şehirden geliyorum. Birçoğunuzun geride bıraktığı “İstanbul” ama o şehir sizin bıraktığınız İstanbul değil. Belki de geride bıraktığınız anne-babanız, dostlarınız, arkadaşlarınız orada olsalar da çocukluğunuzu, gençliğinizi bıraktığınız sokaklar, köşe başları bir kum sanatkarının ellerine teslim gibi hızlı ve çaresiz bir değişimin içinde.
Dünyanın neresinde olursak olalım, göreceli bir kavramdır özgürlük, belki de biraz nankördür bu kelime. Her özgürlük, başka bir özgürlüğün gölgesinde tutsak kalır. Kısır döngü durumdur bu. Coğrafyasına, kültürüne, gücüne göre değişken…
Bir uçurtmanın boğazından asılan ipin uzunluğu kadardır özgürlüğü… deniz, kıyıya vurduğunda öğrenir sınırını. Her dizenin özgür örülen harfleri bir noktada son bulur. Peki ya siz? Hangi ara çok özgürdünüz? Sahi, özgür müydünüz! Özgürlük,ülke topraklarında olmamak mıdır?
Beş kişilik bir ailenin çocuğuydunuz mesela: o bir kova suyla kaldırımları yıkanan dar sokakların, bodrum katlarından merdiven boşluklarına carpan, kesik külah görünümlü kömür kovası saplarının o gıcırtısının duyulduğu rutubet kokan apartmanlardan, siyah beyaz filmlerden, renkli sinemalara geçiş yapar gibi geldiniz okyanus üzerinden yepyeni bir hayata.
Bilmediğiniz topraklar, tabağınızda yarım kalmış bir yemeğin lezzetinden farklı lezzetler, tek tük ya da anlamadığınız bir dilde başınıza gelen garsonun siyah ellerinde önce hayal meyal hatırladığınız Kökler adlı diziye düşüp, sonrası göğü uçsuz bucaksız görünen maviye yetişmek için kanat çırpan kuş gibi özgürsünüz.
Peki ya geride bıraktıklarınızın ilk sabahı?
Bozulmamış bir yatağın soğukluğu çarptı önce annenin yüzüne, kardeşin bir tabak eksik koydu masaya. Herkes sofraya oturduğunda, bir anlık uyku dalgınlığınla baba sordu “kızım, abin gelmiyor mu kahvaltıya? ” sonrası derin bir sessizlik… Banyo kapısı kapandı evin diğer çocuğu geldi çay kaşıkları suskunluğu yırttığında. Gün boyu anne hariç, herkes evin dışında. Sen burada yeni bir dünyayı keşfederken, bir çocuk gibi sıfırdan öğrenircesine büyümeyi, annen gözyaşı döke döke dolandı küçük ayaklarıyla ve o beyaz sabun kokan tombik elleriyle eski bir çerçevede kendi gençliğini görmeden okşadı senin bebekliğini. Birkaç güne -abinin en sevdiği yemek !diyerek gelecek tencereler masaya. Hatta senin sevdiğin olduğu için yapılacak o yemekler ama bunu bir tek anneciğin bilecek. Sonra arkadaş toplantılarında geçecek adın “bizimki olsaydı böyle böyle yapardı”larla anılacaksın. şimdilerde yok olan mahalle bakkalları, tepsiden kürekle kestiği yoğurdu evden getirilen tabaklarda tartarken en vefalı sesiyle seni soracak “komşu… Var mı senin oğlandan bir haber? ” Bir müddet posta kutusunda ve çalan telefonlarda adın geçecek, onlar da gittiğini bilmeyenler !
Yokluğuna alışacak merdiven pervazları, sokak kedileri tekmelediğin teneke kutularıyla oynayacak. En son çıktığın ağaca kimbilir kaçıncı mevsiminde küsecek meyvalar. Durakların yeri değişti. Teyze, amca dediğin kim varsa unuttuğun selanın peşine karıldı toprağa. Duvarına tırmandığın bahçeler, yüksek binaların altına sakladı çoçuk ağzı küfürleri. Oyunlar değişti. Yorgun akşamüstlerinin yakartoplarında her isim yabancı. Belki anası babasıdır arkadaşın, belki onlar bile yabancı…
Ama sen özgürsün ! ve seni anarken hep mavi gelir insanın aklına. Ah o Amerikan filmleri!
Sen küçükken gurbet, Almanya idi en çok. Fransa ve Belçika daha lüks geliyordu ismen. Hep yaz tatillerini beklerdin arkadaşlarının gelmesi için. Yılbaşlarında gelen kartlardaki kırmızı pelerin ve kırmızı şapkalı sarışın bir bebeğin simli karları yeni bir yazın habercisiydi. Belki de bundan severdin yılbaşı gecelerinin tombala bağrışlarını. En son bağrışın bir kep töreninde kayboldu. Biliyor musun ? artık o şehir senin çocukluğunu anlatamıyor kimselere ama ben biliyorum özlemekten yorgun, ölüm kadar ağır bir hikayen var bugüne. Belki çoluk çocuğa karıştın ve artık seni çocuk gören anne-baban yok hayatta. Benim de yok…
Senin de farkın yok buraya gelen diğer hiçkimseden… İdealler, hayaller, kaçışlar… sebebin her ne ise ödediğin bedelin kendin için bir anlamı var ve tüm bu keşkelerinin üstünü ölmüş gelincik yapraklarıyla örtüyor içindeki çocuğun elleri. Hem rengi solsun istemiyorsun, hem de hep bıraktığın gibi kaldığına inanmak istiyorsun ardındakilerin.
Bu topraklar büyük, her yer uzak ama yine de kendi memleketinin dilinde bir “merhaba” bir anda seni alıp götürüyor o güzelim türkülerdeki turna kanatlarıyla.
” …
bir gülün gülüşüne sürgünüm
yurdum yok. sevdiğimin kalbi
turnaların eğricesine gidiyorum
Kalan benim giden ben
Çünkü sabahsızdır tüm geceler
Aşk’ı görmeden
Neden sevsin ki Tanrı bizi
Yüreğimiz bir kulunu Tanrı gibi sevmeden.
(Yelda Karataş/Şems) ”
Kaderci bir toplumdan geliyoruz, kendi kaderimizi bilmedem yaşamaya devam !
Bazan bir mektup, bazan bir şiirdir yazılacaklar ama okuyacaklarınızda kendinizden yaşanmışlıklar bulacağınızı biliyorum.
Hoş kalın.
Arzu Altınçiçek G.
Gazete NY
GA, Atlanta Nisan 2013