3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1735
Okunma

İlk defe göreceğim yerlere karşı her zaman garip heyecanlar hissederim. Hiç bilmediğin yollardan geçmek, görmediğin yerlere ulaşmak, bir caddeyi, sokağı mahalleyi ilk defa adımlamak... Bu keşif aslında insanın kendisini ve duygularının keşfidir de bir bakıma. Üstünüzde bıraktığı mutluluk ise hayata yeniden gelmek gibi bir tat bırakır hafızanızda...
Amasya’ya giderken de aynı duyularım iş başındaydı. Kalbim yol boyunca bana uyumamam konusunda telkinler veriyor, mahmur gözlerim kapanmak için ısrarla aşağıya doğru inmeye çalıştıkça o buna müsaade etmiyordu. İyi ki etmemiş çünkü az sonra varacağım yolun sonunda beni büyük bir sürpriz bekliyordu. Otobüsümüz sisler içerisindeki peri masalı misali efsanevi şehre hızla girdiğinde ben kavanoz kavanoz adrenali şişelemiş mahzenime küfelerce istiflemiştim. Sisler gözümüzün önüne örtü germişçesine bütün perspektifimizi sıfırlıyor daha sonra yeniden bizi baştan çıkarmaya çalışan bir kadının yırtmacı gibi hafif meşrep süzülüşüyle yeniden aralanıp bütün haşmetiyle önümüze seriliyordu. Gökyüzünün sisle yaşadığı bu met cezir; kâh Kral Kaya Mezarlarını, kâh Yeşilırmağı ya da Yalı Evlerini gözlerimin önüne dikiyor sonra yeniden kayboluyordu. Gerçek ile düş raksını sürdürürken akıl şaşkın yaşadığı devri arıyordu…
Bu ilk oyununu sunmak için kuliste heyecanla bekleyen oyuncuların prömiyer gecesinden çok daha heyecanlıydı. Hiç bir senaristin hafızasında canlandıramayacağı kadar özel, zamanı sayamayacağım kadar derin, cevabını veremeyeceği kadar çok soru bir anda üşüşmüştü beynime. Gördüğüm o muhteşem kayaların arasına kendine zorla yer açmış gibi duran bu şehri hafızama nasıl sığdıracağımı şaşırmıştım.
Sadece bakmak az geliyordu. Çünkü ona bakmak onu gördüğünü sanmaktı… Aşkından şiir yazılası, beste yapılası, durup durup âşık olunası bu şehre sadece kalbimi değil, ruhumu da o anda kaptırmıştım ben. Hem bu kapılışa gönüllüydüm de. Seve seve, seve seve diye atıyordu kalbim. Daha önce hiç bir şehir ile böylesine konuşmadım. Hiç bir şehri bu kadar sarsılarak içimde duymadım. Hiç bir şehri böylesine anlamadım. Gözlerim nereye bakacağını şaşırıyor, attığım her adımda yürümüyor, adeta ayağımın altına uçan bir halı serilmişçesine süzülerek şehri dolaşıyordum. Yeşilırmak bir kadının gerdanına taktığı inci gibi kayaların etrafını dolanarak geçerken önümden iki yakayı birbirine bağlayan köprülerin başında, kilometreler kadar uzak zamanların derinliklerinden getirdiği haberler kulağıma ”Lokman Hekim’in ölümsüzlük otunu burada suya düşürdüğü” fısıldanıyordu…
Belli ki çok canlar yakmıştı bu şehir. Hangi kapısından girseniz başka bir hikâye tılsımlı bir zembereğin içine düşmüşçesine sizi içine alıyor, dipsiz bir yolculuktan sonra daha önce hiç tatmadığınız garip duygular eşliğinde sizi kendisi ile birlikte bilinmezliklere sürükleyerek durduğun anı yüzünüze vuruyordu. Bütün duyularınız lal, beyniniz ise gördüğünüz şaşkınlık karşısında ha bre sarsılıyordu. En nihayet kendinize geldiğinizde anlıyordunuz, bu şehir sizin gibi gözüne kestirdiği kim varsa önce onun önüne bütün incilerini dökerek büyülüyor, sonra da ona ait her şeye sahip oluyordu. Garip bir met cezir yaşanıyordu; havada, karada, suda bir veriyor on alıyordu, bir veriyor on alıyordunuz; kural buydu. Aldıklarınızı gördükçe vermek hiç geliyordu insana. Bu şehir kendini hak edeni içine çekiyor, hak ettiği değeri vermeyi biliyordu…
Ne şiirler yazılmıştı kendisine ama o bakir, nazlı, sevdalı, bülbülü lal eden haline rağmen Türkiye’de yeterince dile getirilemeyişinin, unutulmuş bir coğrafyanın sıradan bir şehri gibi çok acınası duruyordu orada öyle. İçinde yaşayanların çoğunun suçu vardı bu işte. Bana kalsa ”hepsini sürmeli ve değer bilenlerle sanatçı şehri yapmalıydı…” burayı. “Türkiye’nin en güzel koylarını verin Amasya’nın sakinlerine, yaşasınlar oralarda bir müddet Amasyasız. Ve nihayet anlasınlar o şehrin değerini…” diye çok organizasyonlar yaptı -devindikçe içimdeki Yeşilırmak gibi- coşan şu deli kanım ama nafile…
Heyhat hayat sabun köpüğü kadar kısa olmasa da düşününce zamanın mefhumunu aslında sabun köpüğü kadardı şu hepimizin acınacak hayatı. Yüzlerce medeniyet eskiten dünya milyarlarca ömürler tüketti. Kaç nefeslik ömrünüz/ömrüm kaldı bilmiyorum ama zerrecik bile edemeyecek bir nefesin ömrümün sekiz’de birini geçirdiği şu âlemde bu şehri gördüğüm için mutluyum. Bir şehre olan hiç tadılmamış bir aşkı tattığım için kutsandım saydım kendimi. Görmeyenlere ise vesile olayım diye yazdım, aklının bir köşesi kalmışsa o köşeye doldursun Amasya’yı. ”Yaşıyorum” diyorsan gidip bir görüver şu Ferhat ile Şirin’in aşklarına atfedilen Amasya şehrini. O bir vuslata tanıklık edememiş gözlerin dünyaya veda etmeden önce şenlik etsin, o Ferhat olsun, sen Şirin git ve deliver dağları. Yeter artık bu hasretlik bitsin…
Silvan GÜNEŞ