3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1571
Okunma

Sayfalar dolusu aşk, ayrılık ve vuslata dair yazılanların etkisinden midir tam kestiremiyorum fakat içimden illa "mizah" yazmak geliyor.
Belki kalbimde umutsuz âşıkları, ayrılanları, terk edilenleri, terkedenleri her durumuyla sevgiliden yana nasibi olmayanlar ile hala bekleyen, umudu olan, gayretten takatten düşmemiş çabalayıp duranlara karşı bir tek tebessüm olsun da nasıl olur ise olsun niyeti saklıdır. Bilemiyorum.
Fakat illa "aşk" hakkında yazmak ve sonuna kadar aynı kararlılık ve ciddiyetle yazmak. zor.
Mizah yazmak zor demiştim ya, aslında aşka dair yazman daha zor. Ciddiyet ister, samimiyet ister, ağdalı söz ister, kapında kulum, tavlanda pulum anlayışı ister, ister oğlu ister yani.
Sahici bir "âşık" ile tanıştınız mı?
Lise sevdalarına tutulmuşuna değil, fiziğine yanmışına, cüzdanına kanmışına değil.
Hakiki “aşk” ehli ile sohbetiniz oldu mu?
Benim naçizane bir ehli aşk olduğunu iddia eden arkadaşım vardı. Bu zat bir aşk çukuruna düşen “develere” benzetirdi kendini. İlla “deve” inanın, birkaç kez deve yerine “Ceylan” olsa veya “Aslan” daha iyi olmaz mı? İtirazında bulunduysam da bana “hayır kardeşim illa deve, illa deve” diyerek kararlılığını kıpkırmızı kesilen derisinin rengiyle de izah etti sağ olsun.
Kuyuya düşen deve ne yapar bilir misiniz?
Buyurun âşık sözüyle, sevda gözüyle olması muhtemel haller şöyle sıralanmaktaymış:
Kuyuya düşen deve ile aşka düşen insan aynı hal içerisindedir. Sıkışıp kaldığı yerde eziyet çekse de o kuyu sımsıkı sarmıştır onu, hatta bütün dünyası o kuyu olmuştur. Ne o kuyudan kaçıp kurtulabilir ne de kuyu ondan uzaklaşabilir.
Bendeki arızalı ruh hali sebebiyle hemen aklıma “peki ey âşık deve dışkısını nereye yapacak? “ sorusu geliyor.
Zamanın birinde bir lisede âşık olduğu kızın adının baş harflerini koluna nakşetmeye çalışan bir delikanlının derinin mikrop kapması neticesinde aylarca hastanelerde kaldığını görmüştüm.
Yani aşk hasta eder adamı.
Bir de dünyada bir tek meşgalesi “aşk” olanlar var. Varsa yoksa aşk.
Doğrusunu isterseniz ben de “aşk-sız” yapılan işlerin verimsiz, yetersiz, zevksiz, renksiz ve heyecansız olduğu kanaatindeyim. Fakat “aşk” kavram olarak hak ettiği makam ve mana mertebesinde kabul ve tatbik edilirse bu derin ve kalbi sıkıntı kolayca bertaraf edilmiş olur.
Ancak bir takım gelip geçici, havada uçucu hissiyatı, ilk gençlik çağı heyecanlarını, melankolik depresyonları, bazı heves ve tutkuları “aşk” olarak vehmederek içerisine düşülen hal ve akıbetin bedbahtlığı bizi yanıltmamalıdır.
Her sevgi aşk’ın konusu olmadığı gibi illa aşk ile tarif edilmeye kalkışılır ise bütün kavramlar kaosa sürüklenir ve işin içinden çıkabilmek için bir müddet “tımar” edilmek üzere tımarhanede kafa dinlemek, iç seslerinizin lisanını çözüp manalarını tasnif ederek durumunuz hakkında öncelikle kendinize, sonra çevrenize ikna ve izah edici açıklamalar sunabilmelisiniz.
Aksi takdirde sıradan bir meczup olur, heba olur gidersiniz.
Bizim “aşk” dediğimiz illet hastalık bulaşıcı, değişici, uzaklara ulaşıcı niteliktedir aynı zamanda. Meselâ; aşk muzdaripi insan eğer maşukuna ulaşır yani vuslata erer ise hissiyat kemale erdiğinden, yani ömrü tükendiğinden derhal bir başka sevdaya tutulur ve hayatiyetine eski heyecan ve tutku ile devam ederek muhtemel ve müstakbel vuslatı kollamaya başlar.
Her vuslat, yani aşığın maşuka ulaşması durumu aşka takoz vazifesi icra ettiğinden tabiatı gereği aşk hayatiyetine devam edebilmek için bu takozu dibinden çekip atarak yoluna devam etme ihtiyacı hisseder ki bilhassa erkek milleti bu hususta çok mahir ve ehliyet sahibidir.
Mana insana göre değişir umumiyetle, insanın bakış açısı ve kimliği muazzam etkilidir bu hususta.
Bakış açısı, kültürel değerler, dinî değerler, hedef ve arzuların insanın bir olayı, bir kavramı anlamlandırmasında etkili olduğu aşikârdır. Bir binanın dışarıya açılan cephesi, katlarının konumu, görüş alanı üzerinde nasıl etkiliyse, kültürel ve dinî değerler de o kadar etkilidir. Fakat bizim memleketimizde bütün bu değerler “aşk” konu olunca bertaraf edilerek adeta bu ulvi duygunun ufku, cephesi açılarak uluslar arası boyutlara taşınır. Bu hususta en manidar örnek bana memleketimde sunuldu ki “aşk” denilen illetin nasıl sınır, ırk, din, dil, diş tanımadığının en muhteşem kanıtıydı benim için. Bir arkadaşımın durumu gayet iyi olan ağabeyi Sarp sınır kapısının açılmasından mütevellit memleketimize gelen ziyaretçi Rus hatuna gönlünü kaptırınca beş çocuklu eşini babasının evine “iade” etmiş.
Neticede boşanıp daha beyaz, daha bakımlı, daha cilveli, daha uzun, daha kokulu ve boyalı Rus hatunu nikâhlamış. “Aşk bu !” tabii kim itiraz edebilir ki.
Neticede Rus hatunun memleketinde annesi, dayısı, babası, kardeşi, bacısı ve kasabalarındaki papaz peş peşe ameliyat geçirince bizim eski beş çocuk babası elindeki malı mülkü satıp sınırın öte yanındaki sağlık harcamalarına iştirak etmiş. Nihayet kayınbabası vefat edince Rus eşi cenaze törenine iştirak için eldeki son daireyi de sattırıp parayı çantasına koyup memleketine gitmiş. Farklı kültürler olduğundan bizim “kart zampara” bey hemen geleceğini zannetmiş. Fakat aradan birkaç ay geçince aldatıldığı şüphesi peydahlamış içinde o sırada eşinden bir telefon alınca içi rahatlamış. Eşi dini vecibeleri yerine getirdiğini hafta içerisinde döneceğini ancak merhum babasının ölmeden bazı borçlar bıraktığını bu sebeple kendisine kalan mirası alabilmesi için bu banka borçlarının ödenmesi gerektiğini söylemiş. Alacağı mirasın üç milyon dolara tekabül ettiğini öğrenince “azmış teke “ beyefendi hemen bankaya koşup kredi çekerek eşine göndermiş. Eşi o sırada zaten “teke “ olan kocasının bu gayretini onun boynuzlarının uzun ve gösterişli olması konusunda çalışmalar yapıyormuş.
Vesselam ne giden para ne giden karı geri gelmemiş.
Enkaz halinde evine gidince eski eşi “Ben enkaz devretmemiştim, enkaz devralamam” diyerek kafasına bahçe küreği ile vurup adamı bir güzel dövmüş.
Başına gelen felaketleri “âşık oldum “ diyerek izah eden bu sefil adama inanıyorum.
Âşık olduğuna da.
Fakat “aşkın “ ne olduğunu zannettiğini, en ufak bir fikri olduğuna dair kesif şüpheler içerisindeyim. Cinsel dürtü ve “azgın boynuzluteke” arzularını “aşk” kavramına sığdırmak Necdet Tosun’u (merhum-aklıma da nerden geldi) çocuk pantolonuna sığdırmaktan çetindir.
Kısa kesmem lazım.
Aşk yok, vehim var.
Ne dersiniz?