10
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1217
Okunma


Şehirden çıkalı üç saat olmuştu. Aslında şehirle köy arası bu kadar çekmezdi, ama yolda gelirken adamın sık sık atı durdurup uçsuz bucaksız tarlalarını göstermesi ve at sırtında yolculuğa alışık olmayan kadının nefeslenmesi için pınar başında mola vermeleri yüzünden, epeyce uzamıştı.
Köyün alt ucundan geçen asfalt yol bitmiş, toprak yol başlamıştı. Mevsim bahar olmasına rağmen yakıcı bir sıcak vardı. Daha birkaç adım ilerlemeden, atın toynaklarından göğe yükselen toz, kadını öksürüğe boğmuştu. Adam, atın gemine asılarak yavaşlattı. Aslında kös kös girmek yerine, fiyakalı bir şekilde girmek istiyordu köye. Biraz da bu nedenle, yola sabah çıkmamıştı: Tarlaya, bahçeye gidenler hep evlerine dönsünler ve onların köye girişini görsünler! Neyse, öksürükten boğulan bir kadınla girmektense, ağır ağır girmek daha akıllıcaydı.
Kadın, saçlarını önden ve arkadan açıkta bırakan eşarbının ucuyla ağzını kapatarak, başını adamın sırtına gömdü. Böylece tozun etkisi iyice azalmış oldu. Yol boyunca evler ve bahçeler sıralanıyordu. Yer yer yıkılmış kerpiç duvarlardan söğüt ve iğde ağaçları sarkıyor, iğdenin baygın kokusu insanın başını döndürüyordu. Sığırlarını karşılamaya yola çıkmış kadınlar, yer yer kümeleşmiş konuşuyorlardı. Çocukların ise derdi her zaman ve her yerde, her devirde aynıydı: Oyun oynamak. Köylüler, tesirini tam kaybetmemiş güneşe karşı ellerini siper etmiş, giyimi köydekilere hiç benzemeyen bu kadınla adamı inceliyorlardı. Dikkatlice bakınca tanıdılar adamı: Sami Efendi’nin oğlu Selim’di. Arkasındaki de zengin ve şehirli olan karısı olmalıydı.
Sami, fötr şapkasının altından hiç bakmıyor gibi duran gözlerle etrafı süzüyor ve mağrur bir şekilde atını sürüyordu. Kadınların daha onlar uzaklaşmadan fısıldaşmaya başladığını hissedebiliyordu. Zaten, bir ay önce şehirde ev tutup da nikâhı kıyıldığında köye haberi ulaşmıştı, biliyordu; ancak, insanların alışması için beklemişti.
Selvi, çocuklarının karnını erkenden doyurmuş, ineği beklerken de bahçedeki fasulyeleri çapalamaya koyulmuştu. Bir kayısı ağacının dalına kurduğu salıncakta sırasıyla sallanan çocuklarına, bir birazdan yerini karanlığa bırakacak olan güneşe baktı. Zaten pembe olan yanakları, çalıştığı için daha da pembeleşmiş, bazen yeşil, bazen elâ olan gözlerini gür kirpikleri gölgelemişti.
Her vesileyle kendini işe vuruyordu. Halbuki, evlenene dek sadece ev işlerini öğrenmiş, başka iş nedir bilmemişti. Aslında evlerinin işini yapan bir emektarları vardı, ama rahmetli annesine göre kadın dediğin nakış da yapmalıydı, dikiş de. Eşinin misafirlerine tek başına eksiksiz sofra hazırlayabilmeli ve daha pek çok meziyete sahip olmalıydı. Allah vergisi güzelliğe güvenip de, süslenip püslenip gezerek hanım olunmazdı. Annesi ile Meryem Kadın’ın sıkı bir eğitiminden geçmişti, anlayacağımız. Önce annesi, arkasından da babası ölünce on beşinde gelin olup çıkmıştı işte. Buna kaderden başka ne diyebiliriz ki? O bir içim su, hem öksüz hem yetim kalınca amcası, başta kıyamamıştı, evlendirmeye. Rahmetli ağabeyinin tek çocuğu olan Selvi’nin üzerine nasıl titrediğini biliyordu, ama etraftan “Malını yemek için zavallı yeğeninin kısmetlerini geri çevirdiği” söylentileri çıkınca, daha fazla dayanamayacağını anladı. Direkt söylemese de, bu sözlerin, aba altından sopa gösteren Sami Efendi’nin başının altından çıktığını biliyordu.
Apar topar kesilen sözün ve hemen akabinde yapılan düğünden sonra ev değiştirdi Selvi. Göz açıp gördüğüydü, Selim. Hani öyle can yakacak kadar yakışıklı değildi, ama yüzüne bakılmayacak kadar çirkin de değildi. Etraftan “malı için” talip olunduğunu duyunca canı yanmadı değil, ama çabuk unuttu. Belki de inanmak istemedi. Kendisi, malı için katlanılacak kadın mıydı ki?
Gerçekten de, evlilikleri gayet güzel gidiyordu. Selim onun ve arka arkaya gelen bir oğlan, bir kız iki çocuklarının üzerine titriyordu. Allah var, son zamanlara dek hiç üzmemişti karısını.
Son zamanları düşününce, gene içi daraldı. Yüreğini bir mengeneye koymuşlar da sıktırıp duruyorlardı adeta. Bu, altıncı gündü eve gelmeyeli. Gene mi analığının hastalığını bahane edecekti? Kocasının analığını hatırlayınca, içinin daralması daha da arttı. Ne olduysa onun gelişinden sonra olmuştu zaten. Kaynanasının ölümünden çok geçmeden, o zengin kadını bulmuştu kayınbabası. Köylüler, imâlı söylüyordu.Duyunca bu dedikodulara kızmıştı da. Öyle ya, adamın sülâlesine yetecek kadar malı vardı. Kadının, “çömlek çömlek” olduğu söylenen altınlarını ne yapacaktı? Bu insanlar, aynı şeyi kendisi için de söylemişlerdi ve yanılmışlardı.
Gelgelelim, kayınbabası köydeki evlerine oturtmamıştı yeni hanımını. "Bu yaştan sonra iki kadın aynı evde yapamazsınız” diyerek şehirdeki evlerden birini döşemişti ve orada yaşamaya başlamışlardı. Kadının bir de nişanlı kızı olduğunu söylemişlerdi, ama onu getirmemişlerdi.
Ne hikmetse, kocası kendi evinden çok analığının evinde kalıyor, bahane olarak da analığının hastalığını, ona doktor getirip götürdüğünü, ilgilenmezse babasının güceneceğini söylüyordu. Mesele sadece eve az gelmesi olsa, anlayacaktı Selvi. Oysa, kocası, eve oldukça seyrek gelmesine rağmen eski ilgisi kalmamış, neredeyse bir yabancı gibi bakar olmuştu. İş, güç koşturduğu günlerde bile şakalaştığı, omzundan indirmediği yavrularını bile gözü görmez gibiydi. Bir de kulağına kadar gelen köylünün yeni dedikodusu vardı: “ Sami Efendi, yeni avradının kızının nişanını da attırmış, onu da oğluna alacakmış! ‘Anasını ben aldım, kızını da sen al’ hesabı yani… Ee, Sami Efendi bu, malın çoğu kıza düşmüş, başkasına yedirir mi hiç?” Evet, bir de bu vardı, en önemlisi… “Allah hayra tebdil eylesin” dedi sesli sesli.
Atın nallarının taşlarda çıkardığı ses üzerine irkildi. Önce anlayamadı. Baktı, ama beyni gördüklerini algılayamadı: Kocası, bütün azametiyle atın üzerinde oturuyor, ufak tefek görünen bir kadın da onu kucaklamış ve sırtına yaslanmış… Onun sırtına, yani kocasının…
Baktı, baktı… Görmezcesine baktı, anlamazcasına…
Yeni yetme delikanlılar gibi kanı kaynayarak atladı attan, Selim. Kadını kucakladığı gibi indirdi.
“Bir hoş geldin yok mu, Selvi?” dedi adam arsızca. “Bu Neslihan Hanım. Benim nikâhlı karım. Seninle tanıştırmaya getirdim. Korkma, temelli burada kalmayacak. Bugünlük buradayız. Anlaşabilirseniz, birbirinize gelip gidersiniz. Anlaşamazsanız…”
Neler söyledi Selim, ayıp karşılanacağını düşünmeden, onun ne hissedeceğine aldırmadan avuçlarının içinde ne kadar sıktı o çelimsiz, silik kadının elini, bilmiyordu. Duyu organları devre dışı kalmıştı. O, bu sürede içinden sordu, cevapladı. Kararlar aldı, uyguladı, vazgeçti. Kıpırtısız duruyordu, oysa.
Tek kelime etmeden deminden beri sessizce yaslandığı çapayı omzuna vurdu, babalarını görünce koşarak yanlarına gelmiş olan çocuklardan küçüğünün elinden tuttu diğer eliyle. Altı yaşında olan büyüğü de koşarak yetişti, anasının eteğinden yapıştı. Selim’in “Bu vakitte nereye gidiyorsun, delirdin mi?” sorusuna cevap vermeden yürüyüp gittiler, ağır ağır karanlığın çöktüğü tarlalardan.
“Bir an güneş mi battı, kara bir bulut mu çöktü üstüme, anlamadım, arkadaşım. Gözüm görmez oldu. Etrafımdaki her şey fır fır dönmeye başladı. Elimdeki çapadan destek almasam, Allah bilir, yere yığılıp kalacaktım. Batan ne güneşmiş, ne bulut kaplamış etrafı. Çöken benim yuvammış da haberim yokmuş. Koyup gideyim dedim, sonra şu yavrulara baktım, dayanamadım. Elin adamı ne kadar babalık yapar, benim kuzularıma. Ana yok, baba yok; ben kime sığınırım iki el kadar yavruyla? Gidemedim arkadaşım, gidemedim... ’Bağrıma taş basıp oturacağım, dul kaldım sayıp oturacağım, kaderim deyip oturacağım’ dedim. Evlât, insana ağuyu yuttururmuş, anladım."
Böyle demiş, o günü anlatırken yakın arkadaşına , can dostuna Selvi.