14
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
3198
Okunma


Mizah yazmak zor iş. Eğer hakikat sınırlarını aşmadan, abartmadan ve olduğu gibi aktarmak, yazmak istiyorsanız işiniz zor.
Birçok hususta vakıaların istediğiniz yöne seyretmesini arzuluyor iseniz birazcık yalan bir tutam da abartı katmak zorundasınız.
Yazının gerçekle alakalı bölümlerini "Times New Roman" karakteriyle abartılı ve yalan içeren kısımları "italik " yazmaya kalkarsanız sayfaların yarı yarıya değiştiğini görmemek için biraz çetin olsa da harflerin düz durmasını temin etmek için hakikatten ayrılmamaya özen göstermelisiniz.
Çok söz yalansız, fazla mal göz çıkarmaz babından olayı ele alırsanız sallayın gitsin.
Bir de hayatın bazı hallerini anlatabilmek hakikatten yetenek istiyor. Sizin yaşadığınız bir olayı hiç bir şekilde yaşamamış bir başkasına, sizin hissettiğiniz gibi algılamasını sağlayacak kelimeler, cümleler kurabilmeli, hayal gücünü işin içine katmalısınız.
Bazen yaşadığım bir olayı nasıl anlatacağımı, hakikatlere başkalarını nasıl inandırabileceğimi düşünüyor, zorlanıyorum.
Sabah işyerine gitmek için servise geç kalan bir arkadaşımın elinde çantası, başında şapkası, kırmızı kravatı ile görünce "bir terslik var" diye düşünmeme sebep olan ve sonradan algıladığım pantolonunu giymemiş olduğu gerçeğini nasıl izah edebilirim diye düşünmedim değil.
Çoraplarını, ayakkabısını giyerken donsuz olduğunu fark edemediğini nasıl izah edebilirim?
Markalı "Boxer" inin takım elbisesiyle aynı renk olmasındaki titizliği nasıl methedebilirim?
Kulaklarını pansuman ettiğini görünce iş arkadaşımın yüzüme bakışını anımsayınca gülüyorum kendi kendime. Görenler de kulaklarındaki kılları temizlemek için kulak çubuğuna aşırı kolonya döken arkadaşımın çakmağı çakıp kulağına dayadığı çubuğun tutuştuğunu, ucundaki kolonya boca edilmiş pamuğun kulağının içerisinde çubuktan çıkıp kaldığını nasıl izah edebilirim?
Hadi onu izah ettim, diğer kulağını aynı şekilde yaktığını izah etmek benim harcım mı?
Bir olayın anlatılan tarafından eksiksiz anlatılması halinde dinleyenin tam olarak anlaması için olayın yaşandığı şartları var ise özel durumları bilmesi gerekir.
Mesela; Caferî mezhebine ait bir camiye ilk defa benimle ayak basan arkadaşımın, kutu içerisindeki “mühürleri” görüp “Bu ne ağabey?” sorusuna ben Çörek, ücretsiz istediğin kadar al ye” diyerek şaka yaptığımı unutunca, değerli arkadaşımın bir “mührü” mideye indirip diğerinin de yarısını yemişken elinden aldığımı anlamak için “dini bilgi gerekir.
Çünkü “Mühür “ Caferî mezhebine intisap eden Müslüman kardeşlerimizin üzerine secde yaptıkları en küçüğü bir lira en büyüğü aya kadar olan Kerbelâ kumu ile yoğrulmuş topraktan yapılır ve üzerinde kabartma ibareler bulunur.
Bir de gayretleri alkışlamak gerekir. Ben Fizik imtihanını kaynatmak için sınıfa yazılı saatinde on beş tane fare getirip salan ve kızların ayılıp bayılmasına sebep olan Laz Ayhan’ı her zaman hayranlıkla anar, alkışlarım arkadaş.
Bir iki neyse tam on beş fareyi sırf Fizik dersinin imtihanından kurtulmak için toparlayıp ikna etmek, torbaya koymak, hiç kimseye çaktırmadan sınıfa getirmek ve hoca yazılı kâğıtlarını dağıtırken salıvermek.
Muhteşem bir olay değil mi?
Bence de… Süper!
İsim vermeden yazabileceğim iznini alarak buraya aktaracağım konunun kahramanı arkadaşım şu anda İstanbul’da saygın ve dört yetişkin evladı olan M.T. bey liseden arkadaşım olur.
Aynı sınıfta olmamamıza rağmen ders aralarında sık görüşür muhabbetler ederdik. Sohbetlerimizi o kadar özler olmuştuk ki teneffüs zili, çalsın da kaldığımız yerden devam edelim diye can atar, dakikaların geçmesini bekleyemezdik.
Bu arkadaşım Biyoloji öğretmeninin tacizine uğradığını iddia ederek benden yardım istedi. Fakat “öyle bir şey olmalı ki, ömür boyu unutamasın, yüzüm gözünün önünden gitmesin uzun yıllar” şartıyla kendisine özgün bir plan yapmamı ve başarılı bir eylem olur ise bu çabamın asla karşılıksız kalmayacağı sözünü de verdi.
Bu planın benim olduğunu uzun yıllar kimse bilmedi. Şüphelenmedi de arkadaşlarımız, öğretmenler, olayı duyanlar; bütün ilçe ahalisi.
Bir akşam önceden sözleşip sınıfın büyük bir bölümü annelerinden kuru fasulye yapmalarını istiyorlar ve afiyetle yiyerek ertesi sabah sınıfa geliyorlar. Biyoloji öğretmeni üçüncü derste her zamanki tavırlarıyla öğrencilere “siz ger zekâlısınız, anlamazsınız bu derslerden sizin için yapılan masrafa yazık” diyerek derse başlıyor. Ders arasında sınıfın kahır ekseriyeti akşam yedikleri kuru fasulyenin de katkılarıyla “toplu yellenme eylemi” yapıyorlar. Öğretmenler odasının kapısı açılınca Biyoloji öğretmeninin beyaz kesilmiş yünü gören arkadaşları kalp krizi zannedip derhal hastaneye götürüyorlar.
Neyse yapılan müdahale ile “kriz” olduğu anlaşılıyor da “kalp” olmadığının da tespiti yapılarak rahat bir nefes alıyor öğretmenlerimiz.
Şimdi siz bu Biyoloji öğretmeninin yerinde olsanız bu anıyı nasıl anlatırdınız?
Şunu da belirtmeliyim ki “mizah” aynı zamanda cesaret ister.
Mangal gibi yürek ister, öyle çalı çırpı ateşi değil, bildiğimiz kıpkırmızı kesilmiş mangal gibi yürek.
Şirin ilçemizin şehirlerarası otobüslerinin park ettiği yerde tekerin altına yatıp ezilmiş süsü veren İsmail’in babasını görünce üstünü başını toplayıp “ arkadaşlara şaka şey yapıyordum” diyemeden babasının kalp krizi geçirip ölümden döndüğü gün unutulacak bir gün müdür?
Geçen yıl artık tabutlara, kefene aşina olmuş bir vatandaş olarak köyümüzün camisinin “Gasilhanesi” için kesilen mermeri yerine koyacak ustaya sevabına yardım etmek için gittiğimde akrabalarımın genç çocuklarının işi hallettiğini görünce sevinip “ Beni neden beklemediniz bakıyım !” diye fırça attığımda caminin hocası “ muhterem birazdan Recep de gelecek iş bitti ya, o zaten korkar ölü işlerinden girmez buralara hiç” dediği zaman ilk önce benim sonra bütün gençlerin ampullerinin ışıkladığını fark edip kafa kafaya verdik.
Gençler “Amca bize inanmaz çünkü çok korkuttuk Recep amcayı, bizi görürse zaten inanmaz” dedikleri için olaya bizzat müdahale etme kararı aldım.
Uzaktan sallanarak gelen Recep benim akrabam, babamın amcasının en küçük oğlu. Elli yaşlarında o sebeple bizim de ağabeyimiz olur.
Avcıdır, dolayısıyla atıcıdır.
Korkusuzdur, eğer yanılır dinlerseniz ayılarla nasıl boğuştuğunu, cinlerin içerisine düşüp okuduğu dualarla onları bağlayıp nasıl kaçtığını, kendisine âşık olan peri kızını hamile bırakıp terk edip köye geldikten birkaç ay sonra kapısına bırakılan bebek perilerden nasıl kurtulduğunu dinlemek ve yalan uydururken duygulanmış gibi yaparak zaman çaldığını hissetmezsiniz bile.
Recep selam verip yanıma oturunca yüzümden olağan dışı bir durum olduğunu anlayıp sordu “Hayırdır amcaoğlu bu ne hal?”
“Sorma be ağabey, çay toplamaya gelen gürcü işçilerden biri kalp krizsinden gitti, şimdi gasilhaneye aldık da Müslüman mı, İsevi mi anlayamadık ki ona göre yıkayıp kefenleyelim mi yoksa elbiselerini giydirip tabuta mı koyalım?”
“ Şeyine bakın “ dedi.
“Neyine bakalım recep ağabey?”
“Oğlum şeyine işte, bakın sünnetliyse Müslüman değilse Hıristiyan demek”
“Ağabey ben bakamam, sen bir zahmet şey yapsan hem daha tecrübelisin bakınca anlarsın”
“Yok, vallahi olmaz”
“Recep ağabey hoca da yok, iş sana kaldı” deyince hep beraber gasilhaneye girip teneşir mermerinin üzerinde tabut içinde, beyaz örtünün altında yatan merhumun pantolonunu sıyırıp kahverengi donunu aşağı çekince Recep eğilip merhumun cinsel organına bakmak için kafasını kefenin altına uzattığında arkadan gelen gençler hep beraber Recep’i tabutun içine doğru iteklediler. Ölü de puştluğundan Recep ağabeyimizi kucaklayıp boynunu ısırmasın mı?
Allah’a hamd-ü senalar olsun ki bir hafta sonra hastaneden dönen recep ağabey başına geleni hatırlamıyor. Beni hiç mi hiç!
Köyde de olayı bile yok. Bir tek oradakiler biliyor. Bayılıp yapılan müdahalelere ayılmayınca minibüse atıp ilçedeki hastaneye atıp geldiklerinde “Vallahi ara sıra Müslüman, Müslüman hem de köküne kadar!” diye bağırıp sonra tekrar dalıyordu” dediler.
Olayı Recep ağabeyin anlattığı hikâyelerdeki peri karısına bağladılar. Kesin o çocukların babasını eve götürmeye gelmiştir diye bir kanaat oluşunca bize de “Hah! İşte o peri karısının işidir!” demek düştü.
İsmet benim çocukluk arkadaşım. Dedesi İsmet Paşa hayranı olduğu için torununa “İsmet” adını koymak istemiş fakat nasip olmamış. O da “vasiyet” etmiş. “Erkek olursa İsmet kız olursa ebenizin şeyine kadar yolunuz ” diyerek can vermiş rahmetli.
Onun bir şakası vardı. Annem “yemekten önce İsmet’ten bahsetmeyin sakın” diye azarlardı bizi.
İsmet babasının hastanede çalışmasının avantajlarını kullanıp “mikrobiyoloji” bölümünün başına bela olmuştu. İşi gücü milleti istifra etmeye zorlamaktı. Ne yalan söyleyeyim beni kusturamadı ne kadar gayret sarf ettiyse de, fakat hastanedeki hastaları da hemşireleri de bıktırdı.
İdrar tahlili için gelen tanıdıklarına veya tanıdıklarının tanıdıklarına ellerindeki idrar dolu şeffaf bardağı gizletip içerisine fanta doldurduğu bardağı verir, hasta elinde bardak laboratuarın camına yaklaşınca “Amca o bardakta ne var?” gibi sorularla yanaşıp, bardağı kapıp bir dikişte içince hemşireler, bekleme salonundakiler elleriyle ağızlarını kapatıp lavaboya koşardı.
Ta ki Hikmet ile Sami işbirliği yapıp hasta gibi tahlile gelip idrar dolu kabı fanta ile değişmeyince, İsmet de fanta diye Hikmet’in idrarını bir dikişte içip salona kusunca bu eşek şakası sona ermiş oldu. İsmet bir tarikata girdi ve kendini hayır hasenat işlerine verdi. O günden sonra abdesti bozulacağından korktuğundan şaka yapmıyor diye duymuştum.
Önemli olan maruz kalacağımız eşek şakalarına karşı tedbirli olmak, bu tertip ve gayret içinde olanlara karşı azami dikkat, gerisi tevekkül.
Öğrenci yurdunun koridorlarında büründüğü beyaz çarşafın altında el feneriyle gezerken elektrikleri ana şalterden kapayan Necati’nin başına yangın söndürme köşesindeki kürekle vurup bayıltan Ferhat’ın “hayalete bir koydum kayboldu” izahının küreği kafasına yiyen arkadaşımızın elindeki fenerin sönmesiyle karanlıkta kalan koridorda kaybolduğu esrarını çözebilecek hoca arandığını nasıl anlatmalı?
Cemil mezarlıktan korkmadığından acayip sesler kaydettiği kasetin olduğu teybi Yaşar amcanın evinin yanındaki kabirlerden birinin üzerine bırakıp ertesi gün “Sabaha kadar mezarlıktan sesler geldi” diyen dayısının kıpkırmızı kesilen gözlerine bakıp “ Yok yahu “ derken takındığı saf tavrı anlatmanın da bir yolu olmalı.
Gece sessizce komşunun ahırına girip ineğini yerinden çıkarıp oldukça zayıf eşeği bağlayan İsmail B.’nin sabahleyin hayvanı sağmak için ahıra inen yaşlı Nazire halanın eşeğin altında saatlerce meme aramasını, bulamayınca “İsmail bu ineğin memeleri gitmiş yerine …” dediğini bütün açıklığıyla anlatmalı. Fakat nasıl olacak bilemiyorum.
Bütün bu düşünceler beni yıllar öncesine götürüp “Gırgır” dergisinin bir nüshasında devasa bir gemiyi kurulduğu iple sarkıtılan iskelede zımparalayan arkadaşına şaka olsun diye iskelenin ipini keserken “ Sen de kahvede altımdan iskeleyi çekmiştin” diyen adamın görüntüsüne toslatıyor.
Şaka dozunda olmalı.
Hastane bahçesinde bekleyen ağabeyinin peş peşe sigara içmesini seyrederken haline acıdığından sırf ortamı neşelendirmek için hemşireyi ayartıp “Müjde oğlunuz oldu ama zenci” dedirterek olduğu yerde yığılıp kalmasına sebep olmanın neresi şaka?
Muziplik olsun diye kaldıkları yurdun mescidindeki terliklere yapıştırıcı boca etmek de şaka mı?
Yatakhanede sabah uykusundaki arkadaşının koynuna “uzatmalı” adlı tembel ve şişman bölük kedisini yerleştirip, birbirlerine sarılıp yatmalarını resimleyip internet sayfalarına “ karısını bir kedi ile aldattı, ama kedi de kedi” haberinin altına arkadaşının ismini yazmanın, eşinin telefonda “Beni nasıl aldatırsın Sami, hem de bir kediyle” diyerek “boşalma davası açtım şerefsiz” dedirtmenin neresinde şaka var?
Bir gazete haberinde okumuştum “Arkadaşımla şakalaşırken hamile kaldım” diyordu gerzek hanım.
Ondan diyorum şakaya dikkat!
Her şeyin bir haddi hududu olmalı.
“Miyav” yani.