7
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2136
Okunma

Mizah yazmayı seviyorum. İnsanların gülümsemelerini görünce ben de bahtiyar oluyorum. Ağlatmak kolay, güldürmek zor, yıkmak kolay yapmak zor, düşmanlık kolay dostluk zor, siyahı muhafaza kolay, beyazı kollamak zordur.
Pek becerebildiğimi zannetmiyorum.
Yine de ısrarla yazıyorum. İçimde büyümeyen, yaşlanmayı değil "büyümeyi" kabul etmeyen bir haylaz çocuk en ciddi olmam gereken zamanda ruhuma fısıldıyor ve beni lâcivert ortamlardan alıp kendi âlemine doğru çekip gökkuşağının içine hapsediyor adeta.
"Arz ederim" li ortamlardan "haz eder im”li muhabbetlere daldırıp çıkarıyor.
Bir türlü devlet ricaline mahsus o asık suratlı, dilekçe görünümlü muhabbetlere katılamıyorum.
Her durumda resmi ifadeler ve tavırlar içerisinde bulunmak için gayret sarf eden devlet adamlarının sofrada "Efendim tuzluğu arz edeyim" lafları asıl mizahın membaı oluyor benim için.
"Başkanım cacık alır mıydınız?” sorusuna resmi ağız ile nasıl cevap verilir sizce?
Veya “ Müdürüm ben zat-ı âlinize pas atmıştım fakat savunma araya girip topu engelledi şerefsizim” diyen bir yazı işleri şefinize “ bir daha tekerrür ederse savunmanı alırım” demek ne kadar doğru olur?
Mizah yazmanın ve konuşmanın en önemli hususiyeti dinlemek ve kaydetmektir. Bir hafta önce babamı tetkik için hastaneye götürdüğümde bizimle beraber kan verme sırası bekleyen bir Trabzonlu hemşerimizin telefon muhabbetinde karşı tarafa “ caba dib fagültesinde yatayayidi” demesini önce kaydetmek lazım.
Yaşlı bir Karadenizli amca bey’in poposunda çıkan kan çıbanını kahvede ballandıra ballandıra anlatmasını dinlerken “Cötüme bi pupuli çikti da toktore cittum yeğenum” dediğinde gayet ciddi “ geçmiş olsun” demek ne hastalığı ne de hastayı hafife almamak gerekir öncelikle.
Yaramaz küçük oğlunun misafirlerin içerisinde “Hem sen de tutti furitti seyrediyorsun ama annem içeri gelince hemen haberleri açıyorsun “ diye babasından çekilen kulağının rövanşını almasını kaydedip acilen “ rahmetli seni bir başka severdi” veya “ yarın yağmurlu diyor ajanslar” diyerek muhabbetin ve dikkatlerin başka yöne seyretmesini sağlamak zorundasınız.
Bayramali ile karşılaştığınızda “Ananun durumi nasi?” dediğinde aslında annenizin yıllar önce lise talebesiyken kurduğu mükellef sofralarda karnını doyurduğunu unutmadığını ve minnetlerini belirtmek istediğini, asıl maksadın bir saygı olduğunu anlamak gerekir ki aksi takdirde muhabbetin biçimi ve muhteviyatı tamamen değişir.
Kasap tezgâhında sıra beklerken koç yumurtalarını elleyip “Yakup amca bu ne?” diyen kuaför kıza “koç yumurtası” derseniz “Ay bu koçun neresinde oluyor, koçun da yumurtası mı olur?” itirazına direkt “kızım bu koçun ta… ğı” dememek lazım. Aksi takdirde “Ben de senin zannetmiştim, geri zekalı” zılgıtını duymak zorunda kalırsınız.
Mühim noktalardan biri de olur da kadın hastalıklarıyla alakalı bölümlere gitmek mecburiyetinde kalırsanız, eşiniz hamile olur veya bir rahatsızlık söz konusu olur, yapmamanız gereken dokuz yüz kusurlu hareket vardır ki bunların başında bekleme salonunda yanınızda oturan bayanın dertlerini dinlememek, size uzattığı raporu “okuma yazmam yok” diyerek reddetmek zorundasınız.
Aksi halde bir saate yakın “vajinal muhabbetler “ dinlemek durumunda kalırsınız ki çekilecek gibi değil. Zira bin çeşit hastalıktan alerjik kaşıntılara kadar iyi niyetle ve mecburen takındığınız alakalı bakışlarınızla nihayetinde eski bir cinsel organın başından geçen bütün hikâyeyi dinlemek ve yapılan tıbbi müdahaleleri bizzat hissetmek gibi duygusal bir tepki içerisinde bulunursunuz.
Bazen duymamak bazen görmemek gereken haller vardır. Çocuklarıma ilk öğrettiğim mevzuların başında gelir bu durumlar. Özürlülere asla dikkatle bakıp rencide edici göz hapisleri yapmamalarını, parmak ile göstermemelerini ve bir muhtaca yardım yaparken asla incitmemelerini tembih edip durdum.
Radyoloji servisinin bekleme sıralarında numaramızın gelmesini sabırla beklerken yanıma oturan yaşlı bir anne ve babanın yanlarındaki kolu sarılı “Down sendrom” lu delikanlının sağlam kolunu omzuma atıp göz kırpmasına aynı hareketle mukabele edince aramızda bir anda zuhur eden dostluğun bana iki fanta ve iki tost’a mal olması yetmiyormuş gibi bir de “beni evlendir amca ya sevabına “ diye yalvarması neticesi olmayan kızımı da nişanlamış oldum.
Birkaç dakika sonra üç yaşlarında aynı rahatsızlığı bulunan bir kız çocuğu yanıma gelip kelimenin tam anlamıyla paraya kıyıp aldığım ve sabahleyin özene bezene taktığım kravatımı ağzına burnuna sürüp bir güzel manevi ameliyat yaptıktan sonra çocuğun elinden hızla çeken annesini de daha yumuşak ve sakin olmasını salık verip, bu sabah ta o kravatı takmaya çalışırken orta yerinde kocaman bir leke olduğunu gördüğümde sadece o küçücük yüz minik tebessümüyle gözümün önüne geldi.
Güldüm.
Asansörün düğmesine basmayı unutan komşumuzun ışık sönünce elektrik kesildi zannedip köşeler vurarak yardım çağırmasına koşup kapıyı açınca “yarım satir içerde mahsur kaldım oğlum sen gelmeseydin daha kim bilir kaç saat burada kalacaktım?” sitemini bütün site sakinlerine ulaşması neticesi “havadan yardımsever” kesildim geçen hafta.
Şunu fark ettim; acının da mizahı oluyor
Sevdanın da, ölümün de. Sadece eğilip içerisine baktığımızda, kulak kabartıp dinlediğimizde duyabileceğimiz ne haller var mizah adına.
Gece bir arkadaşına şaka yapılacağı ihbarı alan delikanlı hemen haber uçurmuş.”Aman dikkatli ol, Mustafa gece elektrikleri kesip, üzerine çektiği çarşafla karşına çıkacak, seni korkutacak”.Uyarıyı alan arkadaşım “Ondan bir haftadır bu evin eski bir mezar üzerinde inşa edildiğini anlatıp duruyor “ demiş.
Geç saatlerde elektrikler kesilince kapıya yanaşan beyaz örtülü “ruh” un başından aşağıya bir kazan soğuk suyu boca edip arkasını döndüğünde diğer tarafta Mustafa’yı görünce bayılıp düşen arkadaşım ve o gelen her neyse Mustafa’nın da korkudan dilinin tutulmasına sebep olan “mizah” sınırlarını birazcık aşmış olabilir.
Vefat eden babasının yerine teneşire uzanıp yıkama esnasında “Böööö !” diye bağırıp milletin suların içerisine bayılıp düşmesine sebep olan Tahsin ağabeyin en acı gününde bile “mizah” üretmesinde, rahmetlinin “Beni Çin’de gömün” vasiyeti yapabilecek derecede “şakacı” olmasının etkisi olmalı diye düşünüyorum.
Hicri 1260 yılında vefat eden Es-Seyit Halil Ağa’nın mezar taşına vasiyeti sebebiyle “Karı dırıltısından ölen” diye yazılmasının “mizah” yönü olduğu kadar “felsefî “ cihetiyle de araştırılması gerekir, bence.
Devlet televizyonu hegemonyasının olduğu zamanlar haber spikerlerinin kilise duvarına benzeyen yüzlerinin “asalet” ten olduğunu mu zannediyorsunuz?
Mizah eksikliğinden kaynaklanan bir tür “resmî” rahatsızlıktan başka bir şey değildi oysa.
Size bir öğle namazında üniversite camisinde farzı kılmak için imam olmasını isteyen ve bir yıl kaybetmesine sebep olan öğretim görevlisinin de aralarında bulunduğu küçük cemaatini ikinci rekâtta secdede yarım saat bekleten Suat’ın dışarıda yediği dayağı anlatmadım zannedersem. Suat iki gün yattı yurtta. Günahı da kâr olarak kaldı.
Laz İsmail kendisini döven babasına aldığı jiletleri taşa sürünce bir araba dayak yemişti, yüzü kanlar içinde kalan merhum Osman amcadan.
İşte bir yönüyle “eşek” bir yönüyle “ latife” sayılan fakat her biri bir zekâ parıltısı olduğuna inandığım mizah böyle doğuyor.
Kızını isteyen damadın “ kahveye gitmez, sigara içmez, içki içmez, akşam eve sabah işine,” özelliklerini işitince “ben öyle sığır gibi adama kız vermem diyen Hacı Hüseyin amca da katkı yapmış mizahımıza bence.
Okul binasının zemin katında Fizik dersinde yaramazlık yapan öğrencisine “Oğlum madem ders dinlemiyorsun vallahi yok yazmayacağım, çık dersten” diyen öğretmeninin söylediğini yapmak için sınıfın camından okul bahçesine atlayan ,“oğlum neden öyle yaptın?” diye soran Taha Hoca’ya “ e sen dışarı çık dedin hocam, kapıdan çık, camdan çıkma demedin ki” diyen Nazım Yıldız’ın ne çok katkısı var bilseniz.
İki yıl önce köydeki evimizin telefonu çalınca annem ahizeyi kaldırınca ağlamaklı bir sesin “Niyazi ölüyor yetişin !” diye feryat ettiğini söyleyince kendimizi ellerimizde el fenerleri ile yollara attık. Birkaç saat araştırma neticesinde bir sonuç alamadan yo kenarında otururken Niyazi amca karanlıktan çıkıp geldi. Şaka olduğu anlaşıldı. Kimin yaptığı konusunda bazı spekülasyonlar olduysa da bir türlü yapan kişi tespit edilemedi.
İlçeye indiğimiz bir gün babam olayı anlatırken yapana beddua edince yakın bir arkadaşı yerinden zıplayıp “Hop o kadar da değil,beddua yok” dedi ve deşifre olmuş oldu.
Sonra “Ben intikam aldım, senin baban on beş yıl önce karlı bir gece telefon etti ve “Nizamettin’in evi yanıyor yetişin!” dedi ve kapadı.
Biz de mahalleden toplandık o soğukda, o tipide, karanlık göz gözü görmez, düştük yollara bir de vardık ki Nizamettinin evine çayı demlemiş bize ‘ Geç kaldınız ya hu!’ diye sitem etmez mi? “
Meğer babam Nizamettin amcayı da aramış ve “Misafir geliyor çay demle “ demiş.
Şaka da bir yere kadar tabi.
İnsanı aşağılayan, rencide eden sırf reyting uğruna olmadık seviyesizliklere “şaka” demek saflığın daniskası olur.
Her şey kararında olmalı…