11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1292
Okunma


Beş yıldan bu yana yaz aylarında yirmi beş günümü memleketimde geçiriyorum. On iki yıl ara verdikten sonra çocukluğumun geçtiği, her yanı anılarla dolu olan yerleri görmek ve görememek sevinç ve hüznün bir arada yaşamayı öğretti bana.
Çocukluğumun geçtiği o coğrafyada tekrar yürümek, top oynadığım yerlerde yükselen apartmanların, bıldırcın yakaladığımız bahçelerde inşa edilen iş hanlarının önünde durup top oynarken kalenin bulunduğu koordinatları tespit etmek için gayret sarf etmek hüzünlü bir lezzet sunuyor bana.
Yeşil çay bahçelerinde boy atan apartmanların yüzlerine yapışık balkonlarda şehrin bunaltıcı sıcağında gelip geçen araçların arkasından başları sağa sola dönen yaşlılar, medeniyetin nimetlerinden mecburen faydalanmaya hapsedilen mahkûmlar gibi, mutsuz ve kaygılı gözlerle aşağıya, yoldan geçenlere bakıp benim düşündüklerimi düşünüyorlar mı acaba?
Futbol oynadığımız arsada inşa edilen apartmanın hangi katında “Pas versene oğlum ya” veya “ Adam geçer top geçmez” haykırışlarıyla yükselen kahkahalar , “Goool!” diye bağırarak ortada iki tur atan çocukların sevinci duyulabilir?
Hangi balkonunda yere dikilen gazoz kapaklarını yıkmak için bilyeler atılabilir?
Acaba mutfaklarından birinde saklambaç oynayan çocukların “gizli yeri” var mıdır?
İp atlayan kızların çığlıkları asansörle en üst katlara kadar çıkabilir mi?
Kim bilir belki de çok pahallı armatürlerle süslenen banyolarında voleybol oynayan çocukların “atan set sayısı karşılayan sekiz” sesleri parıldayan fayanslarda yankılanmaktadır.
Her sokakta saklanmış hatıralar beni görünce canlanıp “şimdiye kadar nerdeydin be erolabi?” der gibi, terk edilmişliğin ve vefasızlığın hesabını sorar gibi önce sırtlarını dönseler de yüreklerinde yıllardır besledikleri sevgi ve özlemin şiddetiyle ellerini uzatıp “hoş geldin” diyorlar sanki.
Kulağıma eğilip “şu binanın burada olmadığını düşün, eski çeşmenin yerini hatırladın mı, işte orada elini kesmiştin küçük bir cam parçasıyla ve kan kaybından öleceğim endişesiyle ağlayarak hastaneye, annenin yanına koşmuştun” diyor, afallayan suratıma tebessümle bakıp tekrar” hani” diyerek o günü anımsayabilmem için gayret etmeye teşvik ediyordu beni hatıralar.
“İşte şu köşede eski bir bina vardı, en alt katındaki bisikletçi Cahit’ten kiraladığınız bisikletler ile dalgakıranın üzerinde düşüp dizini yaralamıştın, pantolonun un dizleri yırtılmıştı, hani”
“Dersten kaçıp sinemaya gittiğiniz gün şuradaki eski dükkânlar yanmıştı, hani”
“Bak şuradaki yaşlı adam, köşe büfedeki külahına her defasında bir kepçe fazladan dondurma koyan esmer delikanlı değil mi?”
“Şu kar gibi saçları olan sakallı dede bir zamanların meşhur araba tamircisi, futbolcusu Nurettin Şerifoğlu usta, hala ne kadar dinç görünüyor”
Alış veriş için girdiğim bazı dükkânların yazıhanelerinde bir zamanlar bana, kıt olan şekeri veya salât yağını kasanın altında gizlice kâğıda sarıp “kimseye gösterme doğru eve!” diye tembih eden bakkal’ın, tüpçünün, eczacının karakalem çalışmaları asılmış. Belli ki benim zamanımın esnaf amcaları olan bu insanlar bu dünyadan göç etmişler.
Şimdi bazen yüzleri, bazen huyları kendilerine benzeyen oğulları devraldıkları hizmeti devam ettiriyorlar. Bazılarından ise hiçbir haber alamadım. Kendileri bu dünyayı, evlatları da benim gibi ilçeyi terk edip gitmişler.
Sokaklarda gördüğüm yüzleri tanıyabilmek için dikkatlice bakıyorum. Bazı yüzler isimleriyle aklıma gelse de çoğunluğu isimsiz, eskimiş, manası yitik görüntüler olarak düşüyor hafıza perdeme. Ara sıra beyaza bulanmış suretlerin altında bir anıya takılmış puslu manaların gizlendiği insanlar görüyorum. Bazılarının görüntüleri tamamıyla değişse de ses tonlarındaki ahenk ele veriyor eski çocukları.
Köşe başlarında sulh sonrası cephelerde teskere almış askerler gibi siperde amaçsızca bekleyen tanıdıklara rastlıyorum. Nasıl hitap edeceğimi bilemiyorum.
Bu eski çocuk şimdi kim bilir nasıl bir amca, baba, dede olup çıkmıştır?
Yıllar öncesindeki gibi seslensem, isimlerini söylesem dönüp bakarlar mı?
Ne demeliyim, nasıl hitap etmeliyim, bilemiyorum.
Önce gayet resmi başlayan sohbet ortak anıların dökülüp saçılmasıyla daha samimi, daha hüzünlü bir hal ile devam ediyor. Bu dünyadan göçüp giden arkadaşlarımın isimleri zikredildikçe yüzlerini hatırlamaya çalışıyorum.
Yıllar önce vefat eden arkadaşlarımın hayalleri gözlerimin önüne geliyor. Bana “ yıllar önce öldüğümüz halde bir Fatiha bile göndermedin “ diyorlar sanki.
Üzülüyorum.
Mandalina aşırdığımız bahçelerin ilçenin en büyük kabristanı olduğunu görünce içimi dolduran burukluğuna, kabir taşlarında yazılı tanıdık isimlerin çokluğu ve doğum tarihi hanelerinde benden çok genç insanların oluşu sebep oluyor.
Kanser hastalığının bu kadar artmasının sebebinin sadece “Çernobil” felaketine bağlanmasının ne derece doğru olduğunu bilemiyorum. Fakat şu bir hakikat ki, eskiden bu amansız hastalık bu kadar görülmüyordu.
Bir zamanlar gülüp eğlendiğimiz, tek sigara satın alıp gizlice içtiğimiz ve her sigara âleminden sonra bana yeşil soğan yedirip ağzımızın kokmasını önlemede en etkin yol olduğu konusunda ikna eden arkadaşım Hasan Kâhya’nın kalp krizinden yıllar önce öldüğünü haber aldığımda çocuk gibi ağladım.
İlkokuldaki kız arkadaşlarımdan sadece bir kaçını görebildim. Bazıları evlenip buradan uzaklara gitmişler. Yurt dışında; Amerika’da, Avustralya’da, Makedonya’da olanlar varmış.
İlçede olanların çoğunluğu ev hanımı olduğundan, bu memlekette sokaklarda rastlamak imkânsız o eski kızlara.
Gördüğüm iki kız arkadaşım ilçenin pazarında alış veriş ediyorlardı.
Eski görüntülerinin yerinde yeller esiyordu. Kocaman kadın olmuşlar. Yaşlanmışlar. Yanlarında torunları, gelinleri vardı.
Soy isimleri değiştiğinden bahsedilince aklıma gelmeyen onlarca arkadaşım var bu sahil kasabasında.
Hafızamdan silinen isimler ve yüzler de hayli çok.
Ben onlara bakarken eski, küçücük hallerini hayal ediyorum. Bazılarının anneleri yerlerde sürünmesin diye pantolonlarının paçalarını keser kısaltırdı.
Yüzlerinde daima çıban olurdu.
Bir de kalemleri olmazdı veya küçücük kurşun kalemleri olurdu. Parmaklarıyla zor tutarlardı, o kadar küçük inanın.
Kokulu silgiler, kalemlerin tepesine takılan süsler yeni çıkmıştı.
Biliyor musunuz, o süsler bile cinsiyet ayrımına tabi tutulurdu. Kızlar daha ziyade pembe, parlak süsler, erkekler ise daha mat ve somurtkan olanları kullanırdı.
Kızların örgülü saçlarının ucunda beyaz kurdeleler olurdu. Erkekler ise daha sade ve kirli olurdu hatırladığım kadarıyla.
Sokaklar bile yabancı artık bize.
Biz de sokaklarda başka bir ülkedeymişiz gibi, ürkek, etrafı kollayarak, resim çekerek, sorarak dolaşıyoruz.
Artık sadece köfte ekmek ve tek sigara satan öğrenci kaçamaklarının adresi tahtadan derme çatma yapılan büfeler yok. Her türlü yabancı tat bulunuyor bu ilçede.
Bir köşede hamburgerci, bir köşede pizzacı var.
Kahvehaneler yerini “cafe” lere terk etmiş. Onlar da küsmüş yeni yetmelere.
Siyaset eski şatafatlı günlerini çoktan terk etmiş. Artık siyasi espriler, şiirler ve tartışmalar yok. Bir tür ticaret olmuş.
Yüzleri, isimleri, yerleri unutmuşuz.
Karşılık olarak biz de unutulmuşuz.
Bizim merakla baktığımız gibi, onlar da bize “bu yabancılar nerden düştü?” diyen gözlerle bakıyorlar.
Biz birbirimize yabancılaşıyoruz.
Gelin tanış olalım.