8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1235
Okunma

Penceremin altında havlayan köpeklerin korkusundan yatağın içinde büzülür dualar okurdum, onlar çekip gidinceye kadar.
Korktuğumu bildiklerinden hep benim penceremi tercih etmelerinden nefret ederdim.
Perdeyi aralayıp dışarıya bakmak isterdim fakat kalın perdeyi açar açmaz iki korkunç göz ile karşılaşacağımı hayal edince yorganı başıma kadar çeker "sübhaneke" den başlar bildiğim bütün duaları hızlıca okurdum.
Arkadaşımın babası bana "köpekleri kovan dua" olduğunu söylediği yarısı Arapça, yarısı uydurukça bir dua ezberletmişti.
Bu duayı okuyunca çevredeki bütün köpekler kaçıp gider demiş olmasına rağmen bizim mahallenin köpeklerinin bu duadan haberi yoktu anladığım kadarıyla.
Bu dua köy köpeklerini kovalayan etkili bir dua olmasına rağmen bizim mahallenin haylaz ve saldırgan köpekleri peş peşe on defa okumama rağmen oralık olmuyordu.
Yine de okuyordum, zira elimden başka bir şey gelmiyordu.
Başımı yorgana gömüp içimdeki korkuyu anlayan bu vahşi hayvanlardan korunmaya çalışıyordum. O zamana kadar dördüncü kata kadar zıplayabilen bir köpek duymamıştım. Fakat havlamaların ardı arkası kesilmeyince beni karanlık ve her dönemecinde ayrı surette bir canavar saklı olan korku tünellerine hapseden bu duygudan kurtulmanın tek yolu dua etmekti.
Gözümün önüne gelen sivri dişlerin etime girdiği, her yanımdan kanlar aktığı, acıyla kıvrandığım sahneler den kurtulamıyordum.
Yine de ilk vazifem kalkar kalkmaz bahçemizin bir köşesinde kutu içerisinde beslediğim yetim köpek yavrularına, ısıtılmış sütün içerisine ekmek doğrayıp vermek, küçük ekmek parçalarıyla boğuşmalarını seyretmek idi.
Hepsi sokağa terk edilmişti. Kiminin annesini sarhoş bir şoför ezmiş, kimininki ise yavrusunu sokağa terk edip gitmişti. Her durumda “yetim “ olmuş, benim bakımıma muhtaç olmuşlardı.
Onlar büyüdükleri zaman benim de korkmadığım köpeklerim olacaktı.
Beni seven, benim sevdiklerim.
Bakım masraflı ve çetin işti. Sağ olsun mahallenin merhametli insanları ki bunlar daha ziyade emekli öğretmenler ve çevre esnaftan oluşan maddi durumu iyi merhametli insanlardı.
Bana yavru köpeklere fazla yaklaşmamamı ve onları öpmememi söylerlerdi. Fakat onlar yavruları ele alınca cıcığını çıkarırlar, yavrular onlardan kurtulunca rahat bir nefes alırlardı.
Emekli öğretmen Aysel Erez Hanım bir gün yavruları kutuya koyup aldı götürdü. Akşam döndüklerinde yorgun ve bitkin olan yavrulara aşı yaptırdığını, halsizliklerinin yaptıkları minibüs yolculuğundan kaynaklandığını, merak etmemem gerektiğini söyleyip elime kırmızı renkli çikolata tutuşturdu.
O günden sonra yavrular beni görünce kulaklarını havaya dikip oynamaya başladı, fakat babamın tabiriyle “tekaüt muallim Aysel Erez” hanımı görünce zıplıyor, atlıyor türlü şımarıklık ve yalakalık yapıp bir gözleriyle de beni kolluyorlardı. İncindiğimi hissettiklerinde yanıma gelip başlarını ayaklarıma sürtüp paçamı ısırıyor onlarla oynamamı istiyorlardı.
O zamanlar evde artan yemekler aç hayvanlar için hazırlanan kapların içerisine dökülür, takip edilir ve tükenince tekrar doldurulurdu.
Kasap öğretmeni görür görmez “ hocanım sizin mallar hazır, unuttum zannetmeyin” diyerek hazırladığı artık et parçalarıyla dolu fileyi uzatır bahşişini alırdı.
Sokaklarda hayvanların su ihtiyacını karşılamak için konulan su kapları bulunurdu ve bu kaplara bulundukları yere en yakın esnaf veya mahalleli tarafından tükendikçe su eklenirdi.
Kaplardaki sudan sadece kedi ve köpekler faydalanmıyordu. Susuz kuşlar ve kanatlılar da su kaplarının etrafında dört dönerdi.
Gittikçe büyüyen yavruların görüntüsü de sesleri de tavırları da değişiyordu. Bir tek farkla; beni ve öğretmenimi görünce yine o eski yavruya dönüyor, zıplıyor, yerde dönüp duruyor ve türlü yaramazlılarla bizimle oyun oynamak istiyorlardı.
O sırada bir de keçi oğlağı almıştık ve evde besliyorduk. Benim çalışma masamın altındaki boşluk onun evi olmuştu. Çalışma masam derken, annem derslerime çalışmamı teşvik için türlü metotlardan sonra bana mahsus “formika”dan bir çekmecesi ve kitaplığı olan bu masayı yaptırmış fakat bu masraflı iş bile notlarıma bir fayda sağlamamıştı.
Bu arada yine penceremin altında karargâh kuran vahşi köpekler beni yalnız bırakmıyor, her yaz ezberlediğim dualar gittikçe çoğalmasına rağmen beni terk etmiyorlardı.
Bari evde birine faydası olsun diye çok küçücükken aldığımız oğlak için masamın altı ideal bir yatak odası oluvermiş, yattığım yerin hemen yanındaki masamın altında sabaha kadar onunla oynama fırsatım olmuştu.
Gecenin bir yerinde kuyruğunu tutup çeker, onu uyandırırdım. O da haylazlık yapmaya meyilli olduğundan kalkıp yatağıma gelir bana tos vurmaya çalışır, sabaha kadar bir birini uyutmazdık.
İlk zamanlar birazcık korktuysa da sonradan yan yana yatıp uyuyacak kadar arkadaş oldu yavrular ile oğlak.
Bir sabah annem “çabuk koş bak” diye seslenince pencereye koştum. Oğlak yavrulardan birine tos vuruyor, yavru önce sendeliyor, bir adım geriye atıp aynı şekilde oğlağa tos vuruyordu.
İki yaramaz kardeş gibi bir birlerini incitmeden ve kırmadan oynuyorlardı.
Rüyalarımda köpekler beni ısırmaya devam ediyor, bazı geceler ağlayarak uyanıyor ve beni merakla seyreden oğlak ile göz göze geliyordum.
Evimizin yanındaki hastanenin baş aşçısı Hilmi amca bir gün yanına çağırdı “ geçen senden beri o yavruları koydun bahçeye o yüzden diğer köpekler ayrılmadı kapından, havladı durdu sabaha kadar. Oğlum yavru anneden ayrılır mı?” tembihi ile hakikat anlaşılmış oldu. Meğer sokakta yalnız ve yetim diye bulduğum yavruların annesi ve babası vardı ve penceremin dibinde sabahlara kadar havlayıp huzurumu kaçıranlar onlardı.
Bir müddet sonra köpekler penceremin altından kayboldu. Bunu en son ezberlediğim “ Felak ve Nas” surelerinin koruyuculuğuna bağlıyordum
Her akşam köpekler pencerenin altına gelsin gelmesin ben tedbir olarak üçer defa okuyor camdan aşağıya, köpeklerin daha önce bulundukları yere doğru üfleyip yorganı ayaklarımla atıp uyuyordum.
Hilmi amca “Oğlum yavrular büyüyünce anneleri onları terk eder, annelik duyguları tükenir, ondan buralardan gittiler” deyiverince Lise’ye başladığım ilk gün dua okumaktan vazgeçtim.
Zaten rüyalarıma “Nejla” dan sıra bulup girmeleri imkansızdı.
O zamanlar hayvanlar sevilirdi.
Kimsesiz değillerdi sokak köpekleri.
Her mahallenin birkaç köpeği vardı, bir sürü kedisi, serçeleri vardı, kırlangıçlar beklenirdi, güvercinlere ekmek taşınırdı sırayla.
Sokaklarda “su kapları” vardı hayvanlar için.
Büyük şehirlerde sahi var mı su kapları?
Susuzluk çeken bir sokak köpeği büyük şehirlerde nasıl giderir susuzluğunu?
Çeşmeler de kaldırıldı mahallelerden.
Lise ayrı bir hava vermişti bana. Artık köpek yavruları da büyümüştü. Bir gün dersten eve dönünce komşumuz “Erol nerdesin sen. Ayhan’ın babası öldürecek seni. Bu köpekleri taktın buraya adam da arabayla yanaşırken ezdi birini, arabası mahvoldu seni arıyordu”
Aşağıya indim, eski arabasının çamurluğu kan içindeydi.
Yavrulardan biri paramparça çöp kutusuna atılmış, diğerleri de yerinde yoktu.
Ayhan’ın babası sarhoş eve gelmiş, kaldırımda uzanan köpeğin üzerine sürüp ölmesine sebep olmuştu.
Birkaç ay sonra kaportacılık yaptığı dükkânda “karpit” patladı dediler. Ayhan “babamı tanıyamadım Erol, öyle yanmış ki” diyerek ağlıyordu.
Yavrular bir daha dönmedi.