8
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1600
Okunma

Edebiyat nereye gidiyor? Nereye gidiyor derken, geldiği yeri çoktan unuttuğumuz belli. Elbette edebiyat değil, edebiyat yapmak ve edebiyat yapamamak arasında sıkışıp kalmış kalem sahiplerinden söz ediyorum. Hani o yazdıklarından bir mana çıkaramadığımız, hani o kendi yazdıklarını kendileri dahi anlamayan, hani o ağdalı kelimelerini sündürdükçe süründüren ve cümlelerini imge mezarlığına çeviren yazar insanlarımızdan...
Afili duruyor diye alengerli her kelimeyi yazdıklarına kopyalayıp yapıştıran, zengin kelime dağarcığını! gözümüze gözümüze sokan, yükte ağır, manada hafif eserlerinin içler acısı haline üzülüp; ’Kral çıplak!’ diye bağırsanız, ’kral banyo yapıyor ya hu!’ diyebilecek kadar hadsiz ve pervasız insanlar bunlar. Kralın halkın önünde banyo yapmasının onları utandırmaması tuhafınıza gidiyor diye isyan etseniz ne fayda! Adı üzerinde kral bu. Bir ismi var, bir cismi var, bir ağırlığı var. Ne söylese kabulümüz, neyi katletse boynumuz kıldan ince, ne verirse yeriz, biz halkız, kralsa; kral!
Gelin görün ki, kendi anlaşılmazlıklarını size yükleyerek, bir de utanmadan hayal dünyasının karmaşasını ’kuş beyinli’ yaftası yapıştırarak size boca edip, demoralize olmuş halet-i ruhiyesini sizi aşağılayarak rahatlatma girişiminde bulunan ve eleştirilmeye zerre kadar tahammülü olmayan bu insanlar, bir zamanlar hakkını vererek kazandıkları isimlerini kullanırlar da kullanırlar. Hatta o kadar çok boşa götürürler ki isimlerini, bir zaman sonra sırf isimleri yüzünden dahi okumaktan kaçarsınız yazdıklarını. Ah bir de onların gözünden baksanız şaheserlerine. Bunları düşünmekten dahi utanırsınız!
Onlar bilirler ki, ambalaj önemlidir. Ürünü satan ambalajdır, tüketici varsın içini açtıktan sonra anlasın kalitesizliğini. Satmış mıdır? Satmıştır! Fakat hesap edemedikleri şudur; insanları ambalajla bir defa kandırabilirsiniz. Aynı ürünü defalarca yemesini istemek nasıl bir ahlaktır? Tüketici bir daha aldanır mı? Aldanmaz!
Durmaksızın kendini tekrar etmek bu insanlarda alışkanlık halini almıştır ve bu alışkanlık garip bir böbürlenmeyi de beraberinde getirir. Sanırlar ki aşılmayacak yollar aştılar, yıkılmayacak duvarları yıktılar. Oysa daha evvel tazeyken içtiğimiz çayı, ısıtıp önümüze getirmekten başka şey değildir yaptıkları. Çarkın o süregelen bunaltıcı işleyişi can sıkmaya başlamıştır...
Kendi cemaatini kuran adamlar ve kadınlar edebi ölçülerde arındırdıkları yüksek oktavlı tepeciklerinde eğlenmeye devam ederler. Esasen onları bu hale getiren de etraflarındaki tutarsız, abartılı ve dengesiz kalabalıktır aslında. Bu azgın ve şamatacı kalabalık onların gözünü öylesine bürür, öylesine aldatır ki, iyiyi kötüden, kötüyü iyiden ayıramaz hale düşerler. Objektif olmadığını görmezler o vakit etrafını saranların. Mütemediyen yapılan övgü artık sıkıcı bir hale gelir. Fakat ego denilen lanet his öyle tatlı ve öyle bağımlılık yapıcıdır ki, büyüsüne kapılmadan edemezler pozitif kanatlı kelebeklerin. Şakşakçılar artık etraflarını sarmıştır ve ne onların ne de yazar insanının olumsuzca ve gaddarca yapılan tek bir söze dahi tahammülü kalmamıştır. O bir ilahtır ve dil uzatanların dili en acilinden kesilmelidir. İdeolojik savaş artık başlamıştır ve savaşta her şey mübahtır. Topluca örgütlenme sağlanır ve demogoji yapma sanatı, ajitasyona kadar götürür kanserli vakayı...
Oysa eskiden yalnızlık en yakın arkadaşı değil miydi yazarların? ’Yazarın övgüsüz kalışı değil bu, yazarın var olan övgüleri en aza indirme becerisi olmalı ki edebiyat sonrası, edebiyat yapmasın, edebini takınsın!’ Öyleyse edebiyatçı olmanın en berrak sırrı bu olmalı. Önce insan olmayı öğrenmek...
İyi bir okuyucu olmadan yazmak ne kadar inandırıcı olabilir. A.Nesin’in “her üç kişiden dördünün şair olduğu ülkemiz” tespiti nasıl da yerindedir. Yaşamadan, bir odaya kapanıp, hayal gücünün gazına basa basa ne kadar yol kat edilebilinir o kısmı meçhul. Her zaman bahsi geçen o sözü tekrar etmekte yarar var. ’Yaşayamadıklarını yazan, yazamadıklarını yaşayan’ bir toplum olarak, oldukça cesaretsiz, yahut tam tersi fazlaca cesur kalemlerimizle yerinde sayan bir çoğunluğu yaşatmaktan daha ileriye gidemeyeceğimiz açık.
En başta sorduğumuz soruya geri dönecek olursak, edebiyatın bir yere gittiği falan yok! Edebiyatı kendi istediği yere götürmek isteyenler var. Burnundan kıl aldırmayan ama işine geldiğinde herkese saldıran, bulduğu bütün düzlüklerde atını koşturan, mütevazılığın yanından dahi geçemeyen, sağ duyusuz yazarlarımız da var. Elinin kalem tuttuğuna inanan herkes önce omuzlarındaki kibir vatkalarını bir kenara bırakacak ki, edebi platformları rant kavgasına dönüştürmekten vazgeçip, duruşunu koruyabilsin. Haksızlığa uğruyorsa elbette hakkını kollasın. Gerekirse cevabını yine edebi biçimde versin. Ama üslubunca.. Tevazudan, alçak gönüllü tavrından taviz vermesin. Yazık ki polemiğe aşina ve aşık bir toplum olduğumuzdan ötürü yine doğru bildiğimizden asla vazgeçmeyeceğiz...
”Dünyada kitaplardan daha tuhaf satış metalarına rastlamak galiba imkânsızdır: Anlamayan kimseler tarafından basılır, anlamayan kimseler tarafından satılır, anlamayan kimseler tarafından okunur, hatta tetkik ve tenkit edilirler ve şimdilerde artık onları anlamayan kimseler tarafından kaleme alınmaktadır.
Georg Christoph Lichtenberg tespitinin vahim ölçüde doğru olması insanı edebiyat adına elbette umutsuzluğa sürüklüyor. Yıllar öncesinden görünen köyümüzün rehbere ihtiyacı var mı? Evet artık herkes şair, herkes yazar, herkesin kendince bir özlü sözü ve öz-lü geçmişi var. Birkaç tane, nesli azınlığa karışmış insanımız yazılanları okumalı ki, o büyük çoğunluğumuz yazabilsin...
’Ama şunu hatırdan çıkarmayın, ahmaklar için yazanlar her zaman karşılarında geniş bir dinleyici kitlesi bulurlar.’ /Schopenhauer
fulya/aralık2012