5
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
944
Okunma

“Tam bağımsızlık denildiği zaman elbette siyasi, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet millet ve memleketin gerçek manasıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz.”
-Mustafa Kemal ATATÜRK-
“Darbelerle Yüzleşmek” başlıklı yazıma uygun bir resim ararken yukarıdaki (Facebook formatında aşağıdaki) fotoğrafa rastladım. Fotoğrafın altında “Dünyanın en yumuşak postalını üreterek ve yine dünyanın en büyük postal ihalesini kazandık” yazıyordu.
Siz, böyle sert durduğuna bakmayın artık postallar bir mest( üzerine mesh edilebilen,kısa konçlu, hafif ve yumuşak bir ayakkabı türü) kadar yumuşak!
Yani, korkulacak bir durum yok!
Gelelim asıl konumuza. Darbelerle yüzleşmek.
Uzunca bir zamandan beridir milletin her ferdiyle, devletin her birimiyle darbeleri araştırıyor, soruşturuyoruz. Savcılar darbelere soruşturma açarken hâkimler darbeleri yargılıyor, mecliste “Darbeleri Araştırma Komisyonu” tuttuğundan bilgi istiyor, soruşturuyor, araştırıyor, bazı siyasilerimiz de “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” diye demeçler veriyor. Sanki kendileri, bağırsaklardan temizlenen nesnelerden daha temizlermiş gibi.
En son, Eski Başbakanlarımızdan Tansu Hanım Boğazdaki yalısında komisyon üyelerini ağırlayarak, bir darbe mağduru olarak, partisine neler yapıldığını komisyon üyelerinden öğrendi. Ve “Bu yapılan buz gibi darbedir” anlamında sözler sarf etti. Sayın Tansu Hanım! Hiç kışın ortasında Şubatın yirmi sekizinde sütlü kahve kıvamında sıcacık bir darbe olur mu?
Ve yine Tansu Hanım, Boğazın güzelliğine dalarak, bir zamanlar tak diye emredip, emrettiklerinin şak diye yapıldığını unutmuş görünüyor.”Kurşun atan da kurşun yiyen de bizim için aynı değerdedir” dediğini de.
Neyse!... Zaman birçok şeyin unutulmasına, unutturulmasına vesile oluyor ama tarih yapılanları ve söylenenleri unutmuyor. Zamanı geldiğinde hatırlatmak için bir yerlere notunu düşüyor.
Bütün bu tartışmaların arasında “Vur abalıya!” mantığıyla darbelerle yüzleşmek isteyenlerin arasına bir de TÜSİAD Başkanı katıldı ki, en çok da bu Hanımefendiye bozuldum. Kurumunun kurulması bir askeri vesayet döneminde (20 Mayıs 1971 tarihinde) gerçekleşmiş olan ve yine askerlerin yönetiminde olan bir zamanda kurumunun “Kamuya yararlı Dernek”ler statüsüne alındığını ( 16 Haziran 1981 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla) unutarak(!) “Darbelerle yüzleşilmelidir” diyor.
Epey bir zamandan beridir bu ilginç süreci takip etme gayretindeyim ve ben de bu yüzleşmeye bilgilerim çerçevesinde katılmaya karar verdim. Elbette beni dinleyecek bir komisyon olmadığı için derdimi sizlerle paylaşacağım.
Paylaşacağım ama mevzuu ciddi. Ciddi olduğu kadar da uzun ve çetrefilli.
En sondan mı başlayayım, yoksa en baştan mı başlayayım derken gördüm ki bütün darbeler boncuk gibi bir ipin üzerine dizilmiş. Aradan birini almak için ipi kesmek gerek. İp kesilirse darbeler ortalığa dağılacak sonra toplayıp bir araya getirmek mümkün olamayacak. Bu işin başlangıcı neresidir diye eskilere gittim… Gittim… Gittim. Ve sonunda Adem ile Havva’ya dayandı.
Sen (Adem Babamızdan bahsediyorum) kalk, kendisine bahşedilen Cennette Havva Anamızla birlikte mutlu mesut yaşarken Havva’ya kıyak geçeceğim diye “Yasak Ağacın” meyvesini kopart.
İşte! insanlık tarihinde ki ilk darbe, yasağı koyan güç tarafından orada vurulmuş.
Sonuç: Adem ile Havva Cennetten kovulmuş.
Ya Adem Baba! Senin neyine gerek böyle işler. Sen al Havva’nı yanına, cennetin o eşsiz güzellikleri arasında seril yemyeşil çimenlere, yediğin önünde yemediğin arkanda, bak keyfine.
Bu hareketinle yalnız kendinin ve Havva’nın keyfini bozmadın, bizim ve bütün insanlığın da keyfini kaçırdın. Senin sulbundan geldiğimiz bu dünyada, her gün birilerinden darbe yer olduk.
Buradan şu sonuca/kurala ulaşıyorum ve parantez içine alarak altını çiziyorum;
(YASAK OLAN BİR ŞEYİ ALMAYA/YAPMAYA KALKARSAN DARBEYİ YERSİN)
Yukarıdaki temel düşünceyi tespit ettikten sonra bir sonraki yazıda buradan hareketle darbelerle yüzleşmeye devam edeceğim.
Bekir GÜÇLÜER