9
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
3951
Okunma

Çatlasın Düşmanlar, Benimde Artık Bir Sevgilim Var…
Yazdan kalma sıcak bir hafta sonuydu. Aslında çok gezen biri değilim; ama bu gün evde kalmak istemedi canım. Sonbaharın henüz yaz etkisinden kurtulamadığı, güneşli bir günü değerlendirmek istedim. Fakat cayabilirim diye dolabın başındayım. Rahat olmak için eşofmanlarımı geçirdim üstüme ve arkamdan atlılar kovalıyormuş gibi, hemen çıktım dışarı. İyi ki çıkmışım… Gideceğim yer kafamda; yürüsem mi, yoksa bir vesaite mi binsem kararsızım.
Evim Bağdat Caddesi’ne yakın sayılır. Yürümeye karar verdim ve “Yorulursam bakarım başımın çaresine.” dedim. Belki bu sizler için çok kolay bir davranış; ama benim için değil. Bir zamanlar tek başıma sokağa çıkamazdım. Çıktığımda, sokaktaki tüm insanlar bana bakıyor gibi gelirdi ve bir yerden bir kötülük gelecek düşüncesi, beynimi kemirirdi. Korkardım, ölüm gibi gelirdi aklıma. Hala korkularım var; lakin onlara galip gelmeye çalışıyorum.
İlk başlarda yine aynı duyguya kapıldım. Sanki tüm insanlar bana bakıyor gibi hissediyordum. Sakinleştikçe devam ediyorum sokakları adımlamaya. Mağaza önleri kalabalık; kuyrukta bekleyen insanlar var.
El ele tutuşup, birbirlerine destek olmaya çalışan, oldukça yaşlı bir karı kocaya rastlıyorum. Onları izlerken bir sıcaklık akıyor yüreğime. “Sevgi ve hayata tutunmak bu olsa gerek.” diyorum. İmrenmedim desem yalan olur.
Yanımdan geçen zamane gençlerinden bir kaçı, laf atıyor benim ihtiyarlara. “Ahı gitmiş vahı kalmış morukların. Ne işi var bunların sokakta? Evlerinde niye oturmazlar ki” diye konuşmalarını duyunca, güzel duygularım bir anda öfke seline dönüştü. Tutamadım kendimi “Siz yaşlandığınızda öğle yapar, evinizde oturursunuz çocuklar. Temiz hava almaya, hayatı yaşamaya, onu hissetmeye ihtiyacınız olmaz o zaman.”
Biraz sert bir üslupla söylemişim galiba. Yine de saygılıydılar ya da öğle olmaya çalıştılar. “Ya teyze yanlış anladın; biz onları düşünüyoruz. Düşseler, bir yerlerini kırsalar daha mı iyi?” dediler. Belki bir açıdan haklıydılar. Cevabım hazırdı: “Evlerinde de düşüp bir yerlerini kırabilirler. Sizin dışarıda olduğunuzda aldığınız tüm riskler, onlar içinde geçerli. Onlarında hakkı temiz bir hava alıp yaşamın güzelliklerinden nasiplenmek.”
Gülerek uzaklaştılar. Birinin “Bu kadın menopoza girmiş. Yaşlılık korkusu sarmış kendini. Dokundu sözlerimiz teyzeye” dediğini duydum. Güldüm sadece… Belki haklıydılar. Ben de genç olmuştum. O zamanlar yaşlılık çok uzaktı bana. Bir an önce büyümek isterdim; ne acelem varsa?
Epey yol kat etmiş, yorulmuştum. Bir kahve molası vererek dinlenmek istedim. Her zamanki pastaneye girdim. Ne kadar kalabalık! Masa bekleyen sıradaki dördüncü kişiydim. Şansıma, iki kişilik masa boşalınca, önümdeki iki kalabalık gurup, sığmayacaklarını düşünerek bana verdiler sıralarını. Her kafadan bir ses vardı. Kahvemi yudumlarken kulak misafiri oluyordum ister istemez.
Neşeli kahkahalar, tartışmalar… Arada ağlayan bir bebek sesi… Hiç dayanamam bebek ağlamasına; içim erir. Sanki kucağıma alsam, okşasam, kulağına güzel sözler fısıldasam susacakmış gibi gelir bana; yanılmam da. Anne çaresiz, susturamıyor bebeğini. Benim kahve de bitti; fazla yer işgal etmemek lazım. Bekleyenleri de düşünerek, kalkıyorum yerimden.
Ayaklarım çıkmak için beynimden komut aldığı halde, beni dinlemeyip ağlayan bebeğin masasına yöneliyorlar. Anne çok genç… Gözlerime bakıyor. Hiç konuşmadan alıyorum bebeği kucağıma ve dik bir şekilde omzuma yaslayıp sırtını ovarak, fısıltıyla, “Ne olmuş benim güzel bebeğime, acıkmış mı?” dediğimde anne cevap veriyor hemen: “Yeni yedirdim mamasını.”.
Pastanede, bebek kucağımda biraz dolaşıyorum. Çok geçmeden bir “Gark!” sesiyle, o da, ben de rahatlıyoruz. Anne de memnun olmuş. Yüz ifadesinden belli. Teslim ediyorum bebeği…
Yoluma devam ederken adımlarımın hedefi, suni bir göldeki ördeklerin ve kazların salındığı kafeydi. Ulaştım sonuçta. Burası Kadıköy Tuzla sahil yolu üzerinde, sahile sıfır; denizi, adaları görebildiğim sevdiğim bir yer. İkinci durağım yani… Bol bol iyot kokusu çekiyorum ciğerlerime. Manzara anlatılmaz, görmek lazım.
Güneş gökyüzünde son sıcaklığını yollarken yeryüzüne, deniz hafif hafif dalgalarını vuruyor kıyıya. Birkaç balıkçı sabırla beklemekte… Yürüyüşe çıkmış kadınlar hızlı adımlarla yürüyüp dedikodu yapmakta. Az ilerde birkaç çift, çimenlerde piknik hazırlığında. Âşıklar, buldukları ağacın altında oturmuş, gözleriyle sevişmekte. Satıcılarsa çocukların aklını çelme uğraşında.
Tüm bunları izlerken dalmışım. Tiz bir sesle kendime geldim.
-Benimle tavla oynar mısın?
Sesin geldiği tarafa baktığımda, yan masada bir ailenin, beş altı yaşlarında, oldukça yakışıklı bir delikanlısıydı bana seslenen. Anne ve baba tavla oynuyordu; belli ki oda sıkılmış, kendine oyun arkadaşı arıyordu. Gözüne beni kestirmişti; ama ben tavla bilmiyordum.
-Kız tavlasını unutmadıysam oynarım.
-Ben sana erkek tavlası öğretirim.
Annesi “Rahatsız etme teyzeyi.’’ diye konuşurken, rahatsız olmadığımı, oynayabileceğimi söyledim.
Neşeyle, tavlayı zorla taşıyarak geldi, karşıma oturdu. Başladı bana öğretmeye; ama benim öğrenmeye hiç niyetim yok. Sadece çocuğun gönlü olsun diye oynuyor, arada da birkaç soru soruyordum. O ise, büyük adam gibi, çok ciddi kuralları anlatıyordu. Aslında zar da tutarmış dedesi gibi; ama ben bilmiyormuşum ya, yapmayıp fincanla atacakmış zarları.
İçimden çok güldüm. Bir küçücük çocuk, mutlu etmeye yetiyordu insanı.
-Benim sevgilim olur musun?
Ne diyeceğimi şaşırdım. Şoktan çıkınca başladım çocuğa anlatmaya.
-Bak; ben senden çok büyüyüm. Belki anneannen ya da babaannen olacak yaştayım. Biz sevgili olamayız. Hem senin yaşın daha çok küçük; büyüdüğünde seninde sevgilin olur.
Demez olaydım keşke. Ellerini ağzına kapatıp kıs kıs güldü.
-Teyze sen çok komiksin. Gerçek mi sandın? Ben, şimdi tavla oynarken, annemle babam gibi, yalancıktan sevgili olalım dedim. Yani evcilik oynamak istedim.
Artık siz düşünün benim o anki halimi. Güleyim mi, ağlayayım mı, yoksa bu bacaksızın beni alt etmesine seyirci mi kalayım; bilemedim.
O ruh halinden çabuk sıyrılmaya çalışırken, bir de sevgilim oldu bir anda. Hem oyun oynuyor, hem de bana “Aşkım o pul öğle oynanmaz, bak o pulun yeri burası. Zar öğle atılmaz sevgilim, ne zaman öğreneceksin?” diyerek, evcilik oyununu sürdürüyordu.
Benden de, aynı onunkine benzer konuşmalar istiyordu. Eh, bende hakkını verdim yani. Baktım ki bu çocuk, anne ve babasının konuşmalarını taklit ediyor. O an içim ısındı yine. Güzel, mutlu bir aileydi demek ki.
O sırada telefonum çaldı. Arayan kızımdı. Sesleri duymuştu; “Anne o kim?” dediğinde, “Yeni sevgilim” dedim. “Yaşına göre çok küçük değil mi?” cevabını pat diye yapıştırdı cadı kızım. “Artık bundan sonra böyle… Baban yaşlandı; beş altı yaş gurubuna takılıyorum.” oldu cevabım. Tabi hemen tehdit edildim. “Babama söyleyeceğim” diyordu.
Bizim evcilik oyunu bitmiş, aile kalkmaya karar vermişti. Sevgilimle öpüşüp koklaşıp, bir daha karşılaşabilmek dileğiyle ayrıldık.
Akşam olmuştu; ama nasıl zaman geçmişti anlayamamıştım. Çok güzel bir gündü ve ruhum doymuştu. Korkularımla olan savaşımı, bu gün ben kazanmıştım yine. Bir daha ne zaman cesaret ederde savaşa hazırlanırım bilmiyorum. Zafer coşkusuyla ve son hızla, evimin yolunu tuttum.
Tam yenemesem de, dışarı çıkmamak için kendimce bahaneler uydursam da, cesaretimi toplayıp kararlı davranarak kendimi sokağa attığım en güzel günlerden biriydi.
Hayatı doya doya yaşamak çok güzel, paylaşabilmek ise daha güzel.
24.10.2012______________Seher_Yeli ( Seher Zerrin Aktaş )